Altın Palmiye, Altın Küre, Cesar gibi çok prestijli ödülleri toplayarak Oscar yarışında elini güçlendiren “Anatomy of a Fall” (Bir Düşüşün Anatomisi), izleyicisine bolca soru sorduran, bolca yorum yaptıran ve buna rağmen belirsizlik içinde bırakan bir film. Yönetmen Justine Triet’in eşi Arthur Harari ile birlikte yazdığı 2023 yapımı bu filmi tanımlarken; Fransa yapımı hukuk draması, gerilim filmi diyebiliriz. Ancak izledikten sonra bu filmin; bir düşüş üzerinden bir evliliği ilmik ilmik söktüğünü göreceksiniz. Böylece izleyicisini algının sınırlarında dolaştıran film, gerçeğin belirsizliğine ve ilişkilerin her an bozulabilir dengesine işaret ediyor.
NİLGÜN KARATAŞ

Bir Düşüşün Anatomisi orijinal adıyla “Anatomy of a Fall” Mayıs 2023’te 76. Cannes Film Festivali’nde prömiyerini yaptığı günden beri izleme listemde olan bir film. Ben ajandamı düzenleyene kadar film, Altın Palmiye, Altın Küre ve Cesar’da ödüllerini alıp, beş dalda aday olduğu Oscar’a emin adımlarla yürüyordu. Sevgili gazeteci-yazar arkadaşım Demet Cengiz, “Filmi izledin mi? Hadi izle, üstüne seninle konuşmamız lazım” der demez, o akşamı bu filme ayırdım. Filmi önce sadece izledim, sonra da aklıma takılan bazı sahneleri notlar alarak tekrar izledim. Üstüne de epeyce düşündüm; bir mahkeme filmi neden bu kadar beğenilir? Sıkılmamız gereken diyaloglar nasıl bu kadar anlamlı hale gelir? Gerçeği gerçekten bilmek mümkün mü? Algılarımız manipülasyona ne kadar açık!
Oyunculuk başarıları bir yana hikayesi ile derin düşüncelere dalmamızı sağlayan Bir Düşüşün Anatomisi’nin yönetmeni Justine Triet, kariyerine 2011 yılında bir kısa filmle başlamış. 2016’da Victoria, 2019’da Sibly ve 2023’te de Anatomy of a Fall ile çıkış yapan bir yönetmen. Hemen bu noktada yönetmenin bir kadın olması, hikâyenin merkezine kadını alması yüzünden filme bir kadın filmi diyebilir miyiz, sorusu geliyor akla. Bu soruya hem evet hem de hayır yanıtını verebilirim. Elbette film; özellikle evliliklerde kadına biçilen role vurgu yaparak, bazı mesajların altını çiziyor ancak bu filmin ana temasının sadece kadın olduğunu söylemek mümkün değil.
Spoiler’ın hiç sakıncası yok!
Filmi tek bir cümle ile kısaca özetleyecek olursak; bir yazar olan Sandra Voyter’in (Sandra Hüller) kocasının evlerinin çatı katından düşüp ölmesinin (atlayarak ya da itilerek) ardından masumiyetini kanıtlama sürecini anlatıyor. Birazdan filmin sonunu söyleyeceğim ve bu spoiler olmayacak. Çünkü sonunu bilmemiz ya da bilmemeniz bu filmin seyir keyfini zerre tadar etkilemiyor.
O halde yavaş yavaş filme ilişkin düşüncelerimi yazabilirim. Önce filmin konusunu biraz açalım: Fransız Alpleri’nde bir dağ evi. Yazar Sandra, evine gelmiş genç bir kadın gazeteciyle şarap eşliğinde röportaj yapıyor. Ortamda flörtöz bir hava var. Ancak bir anda 50 Cent’in P.I.M.P.’si sohbeti bölüyor. Çünkü Sandra’nın kendisi gibi yazar olan ancak henüz bir kitap yayımlamadan, yazar tıkanması yaşayan kocası Samuel (Samuel Theis) ortamı sabote ediyor. Sandra bu normal bir durummuş gibi röportajı sürdürmeye çalışıyor ancak, şarkı bitiyor, baştan başlıyor ve röportaj bitmek zorunda kalıyor.
Sonraki sahnede Sandra ve Samuel çiftinin, bir kaza sonucu görme yetisini neredeyse tamamen kaybetmiş oğlu Daniel’i (Milo Machado Graner), köpeği Snoop ile Alpler’in karlı tepelerinde cesurca gezerken görüyoruz. Yürüyüşten eve dönen Daniel, yerde kanlar içinde yatan babasını fark ediyor ve bağırarak annesine haber veriyor. Bu aşamadan sonra kendimizi avukat, savcı, hakim, jüri, sosyal hizmet görevlisi ile kalabalıklaşan bir davanın ortasında buluyoruz. Filmin önemli bir bölümü mahkeme salonunda geçiyor ve şüpheli bir ölümün bulunduğu her film gibi; gerçeğin peşine düşüyoruz. Yanıtı aranan soru şu: Sandra, kocasını öldürdü mü yoksa Samuel, intihar mı etti?
Kör bir çocuğuz aslında biz de…
Bu noktadan sonra filmi ben çiftin göremeyen oğulları Daniel’in gözünden izlediğimi söylemeliyim. Filmdeki karakterden daha fazlasını biliyoruz ama bu gerçekten, gerçeği öğrendiğimiz anlamına gelmiyor. Filmin sonunda Sandra’nın beraat etmesi bile gerçekte ne olduğunu bilmemizi sağlamıyor. Bize gösterildiği kadarıyla algılarımız şekilleniyor ve görebildiğimiz kanıtlar üzerinden kendi yorumumuzu yapabiliyoruz. Bir evliliğin, aile kavramının, ilişkilerin karmaşık labirentinde el yordamıyla ilerleyen kör bir çocuğuz aslında biz de. Gerçek; bizim kavrayabildiğimiz kadar gerçek, bizim gerçeğimiz mutlak gerçek de olmayabilir üstelik, durum bizim sandığımızdan çok daha farklı olabilir.
Gerçekleri kendimize göre büküyor muyuz?
Film bizi bir evliliğin çok özel anlarına dahil ediyor; kavgalar, aldatma, eşler arası rekabet, sevgisizlik, tükenmişlik, her şeye rağmen bir arada kalma çabası gibi aile olmanın zorluklarına tanıklık ediyoruz. Filmi izlerken Sandra’nın hayatının didik didik edilmesi, kocasının yaptığı ses kayıtlarının mahkemede dinlenmesi gibi durumdan gerçekten rahatsız olduğumu söylemeliyim. Evet ortada açıklığa kavuşması gereken şüpheli bir ölüm var ama özel hayatın böyle ulu orta ortalığa saçılması yine rahatsız edici değil mi? Üstelik Sandra tanınan bir yazar olduğu için medyanın da oldukça ilgi gösterdiği bir davada… Bu kırılganlıklar bir yana; filmin ama teması ilişkilerin etrafında, bize gerçeğin yanı sıra algılarımızı da sorgulatması.
Mesela Sandra, başlangıçta eşinin intihar etmiş olmasını kabul etmezken, mahkeme sürecinde bunu ispatlamaya çalışıyor. Sandra’nın kendini aklamak için yalan söylemesini (söylüyor demiyorum ama söylemiyor da demiyorum) anlayabiliriz, ya oğlu Daniel’in? İfadesini iki kere değiştiren Daniel, gerçekleri mi anlatıyor yoksa annesini kurtarmak için yalan mı söylüyor? Ya da içinde bulunduğu durumdan dolayı algıları onu yanıltıyor, gerçeği büküyor olabilir mi? Acaba bizler de bazı durumlarda gerçeği kendimizce göre yontuyor, hafızamız bizi rahatlatacak oyunlar oynuyor mudur? Bilime göre evet…
Dilin ve kendini ifade edebilmenin önemi
Film bir Fransız filmi olduğu için dilinin Fransızca olması çok normal ancak öyle değil; film İngilizce – Fransızca karışık ilerliyor. Çünkü Sandra Alman kökenli, kocası Fransız olduğu için Fransa Alplerinde yaşıyorlar. Sandra mahkemede kendini Fransızca ifade etmeyi deniyor, ancak kendini yetersiz hissettiği noktalarda İngilizce (özellikle pek başarılı bulduğum Savcı Bey’in sıkıştırmaları ve uzman görüşleri sırasında) İngilizce konuşmayı tercih ediyor. Anında simultane çevirmenler devreye giriyor; İngilizce bilmeyenler kulaklıklarını takarak Sandra’nın ne anlattığını öğrenmeye çalışıyor. Ancak bu kez de devreye çeviri hataları giriyor. Bir iletişimci olarak sık sık dediğim gibi; bizim ne anlattığımızdan daha fazla önemli olan bir şey varsa karşımızdakinin ne anladığıdır. Tabii anlaşılmak istiyorsak…
Filmde başka dil oyunları da var; çiftimiz arasındaki kavgayı kocanın aldığı kayıtlardan dinlediğimizde (aslında usulsüz delil olmalı) ve yaşananları gördüğümüzde iki farklı duruma tanıklık ediyoruz. Oysa sözcükler kelimesi kelimesi aynı! Duyularımızın bizi yanılması, bilmediğimiz bir şey değil, ancak yargı anlarında bunu çoğu kez unutuyoruz…
Bulunduğumuz tarafa göre yorumlamak, yargılamak…
Bulunduğumuz yerin, seçtiğimiz tarafın bakış açımızı nasıl etkilediğine yönelik bir sahneye de değineceğim. Mahkeme salonunda, Samuel’in psikiyatrisini dinliyoruz. Yine anlattıklarından, içmeyi bıraktığı ilaçlara kadar en mahrem bilgiler ortalıkta. Bir kocanın, karısı hakkında söylediklerini anlatıyor biz uzman. Doktor ve hasta arasında geçen konuşmalar bize Sandra’nın kocasını öldürmüş olabileceği savına doğru yönlendiriyor. Psikiyatrist, gayet net bir şekilde Sandra’yı suçlu gösteriyor çünkü. Ancak Sandra tam bu noktada devreye gidiyor ve şu cümleyi kuruyor: “Eğer ben de terapiye gidiyor olsaydım, benim terapistim de Samuel’i suçlardı.” Haksız mı? Yargılarımız, yorumlarımı, algılarımızla hepimiz birer güvenilmez anlatıcı değil miyiz?
Ya Samuel ölmeseydi ne olurdu?
Filmde üzerinde durulacak, irdelenecek çok fazla detay var, maalesef bu yazının da bir sınırı. Belki bir gün bir yerde söyleşme fırsatı bulursak, onları da konuşuruz. Şimdilik ortaya bir soru atarak; filmin zihnimizde yarattığı belirsizliğe katkıda bulunmak istiyorum. Sorum şu; Filmin adı, Bir Düşüşün Anatomisi değil de Bir Evliliğin Anatomisi olsa ne olurdu? Yani Samuel ölmeseydi hayat nasıl akardı?
Sandra’yı kocasını öldürmeye iten ya da Samuel’in intihara sürükleyen gerekçeler ortadan kalkar mıydı? İhmalkarlığı ile oğlunun kör kalmasına neden olan Samuel, antidepresanlarını yutup romanını yazar mıydı? Böylece manipülatör bir koca olmayı bırakıp, karısını mutsuz etmekten vazgeçer miydi? Ya Sandra, biseksüel güdülerini baskılayıp mükemmel eş, ideal anne olarak mı devam ederdi hayatına? Filme gördüklerimizin gerçekliğini nasıl tam olarak bilmiyorsak, bunları da hiç bilemeyeceğiz… Sandra’nın Samuel’in terapistine söylediği gibi: “Söylediğin şey tüm durumun sadece bir parçası. Biliyorsun. Demek istediğim, bazen bir çift bir tür kaostur ve herkes kaybolur.”
Gerçek ile kurgu arasındaki o ince çizgi
Bu kadar bilinemezlikten sonra, bildiğimiz tek bir şey var; o da gerçek ile kurgu arasındaki ince çizginin giderek flulaştığı. Sandra’nın yazdığı romanlar gibi… Samuel’in yazmak isteyip de yazamadığı romanlar gibi… Ya da başrol oyuncuları ile filmdeki karakterlerinin aynı isimleri taşıması gibi…
Öyle ya hayat da bir kurgudan ibaret, her gün yeniden kurguladığımız bir kurgu… Üstelik aynen bu filmdeki gibi belirsiz, spekülasyona ve öngörülemeyen gelişmelere açık…
Bu kadar yorumdan sonra, bana yöneltilecek soruyu biliyorum: “Sence Sandra katil mi yoksa masum mu?”
Bilmem… Belki masumdur, ki gerçekten masum olmasını dilerim, çünkü gerçek her neyse onunla ve oğluyla yaşamaya devam edecek. Belki de katildir; 2 saat 32 dakikalık film boyunca sevimli ve şefkatli hallerine çok az tanık olduğumuz Sandra, kocasının baskısından bunalmış ve bir kavga anında onu itivermiş olabilir. Ya da Schrödinger’in Kedisi misali biz gözlem yapmadıkça, olmakta olan olmaya devam edecektir…

H. Nilgün Karataş
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden “gazetecilik yapmayacağım” diyerek mezun oldum ve yıllarca Milliyet, Dünya, Günaydın, Akşam, BusinessWeek Dergisi, Para Dergisi ve Hürriyet Gazetesi’nde “çok severek” çalıştım. Uzmanlık alanım ekonomi gazeteciliği olmasına karşın kitaplar ve filmler beni her zaman büyüledi, hayatı onlar üzerinden çözümlemeyi sevdim. Hep yazdım, çok yazdım; ilk yayımlanan romanım Defne ya da Bazı Tuhaf Hayatlar oldu, Halen Suare Dergi, Bianet, Distopya ve Yeni Sinema Dergisi için yazarken öykü, roman ve senaryo çalışmalarımı da sürdürüyorum. Bu arada ikinci üniversite olarak İstanbul Üniversitesi’nde Felsefe Bölümü öğrencisiyim.


