Zeynep Tezel
Kütükten yapılmış büyükçe bir evdi. Dev çınar ağaçlarından oluşan ormanın içinde, bir tepenin üzerinde yükseliyordu. Aynı masal kitaplarından fırlamışçasına kırmızı tuğlalı çatısı, küçük pencereleri, dumanı tüten bacaları ve üst üste muntazam dizilmiş koyu kütükleriyle bu akşamın misafirlerini gerçek dünyanın müstakbel kukla kahramanlarını sahneye çağırıyordu. Ormanın renginin, yeşilden uzaklaşmaya başlayıp sarıya kızıla dönüştüğü zamandı. Gökyüzü çivit mavisinin sessizliğinde uzanıyordu. Hava ısırıyordu.
Araçların giremediği oldukça uzak patika yoldan tepeye doğru yürüyen insanların şıklıkları göz kamaştırıyordu. Ağır aksak yürüyen hanımların ipek elbiseleri attıkları her adımda sırtlarındaki çeşit çeşit kürklerin arasından görünüyor, ormanda farklı görüntüler oluşturuyordu. Küçük hayvanlar kıpırdamayı kesti. Kuşlar, tavşanlar ürkekti. Ormana ait olmayan bir nefes girmişti aralarına.
Hanımlar sararmaya yüz tutmuş ağaçların altında halı gibi yayılmış sarı kırmızı dev çınar yapraklarının üzerinde incecik topuklarıyla beylerinin kollarına asılmış yürümeye çalışıyorlar, sürpriz yemeğin neden bu özel mekânda olduğunu kaçamak, anlamsız bakışlarla sorguluyorlardı. Yer ıslak ve kaygandı. Düşmemek için birbirlerine tutunurlarken yerdeki yaprak halısının sunduğu görsel şöleni görmüyor, ayaklarına batan, paçalarına sürünen nemli yapraklardan rahatsız ve gerçekliklerini yitirmişçesine ilerliyorlardı. Kimi zaman ayaklarının altındaki çıtırtılar, nemli soğuk havanın da etkisiyle, bedenlerinde şarap ve ateş isteği uyandırıyordu. Hatta omuzlarını göğüslerine doğru indirerek büzülüyor, yutkunuyorlardı. Titreyerek âdeta bir ayine gidermiş gibi ilerliyorlardı.
Ne topuklarının sivriliğinden muzdarip hanımlar ne de çanta gibi asılmış hanımlarını taşıyan adamlar, ormanın güzelliğini, renklerini, kuş cıvıltılarını, önlerinde reverans yapan ağaçları, bulut gibi uçuşarak kendilerini selamlayan yaprakları fark edemediler. Bir ara uzunca patikada yol alırken, tırmanırken küçük tepeye, en arkadaki adamın sesi duyuldu. “Av zamanı,” diyordu adam. Sonraki sözleri, yaprak hışırtılarıyla boğulunca öndekiler söylenenlerin devamını duyamadılar. Topluluğun sıkıntılı hallerini, kasılan yüz hatlarından da anlamak mümkündü.
Tepeye, az ötedeki kütük eve çıkarlarken ıslak toprak ve çürümüş yaprakların kokusu her tarafı sarmış, hanımların parfümlerini bastırmıştı. Öbek öbek yığılmış turuncu kabaklar yol boyu sıralanmış, bir grup müzisyen ise ellerinde kemanları, flütleri, akordeonları mini konsere başlamaya hazır durumda evin önündeki birkaç basamaklı ahşap merdivenin başında bekliyorlardı. Verilen işaret üzerine keyifle çalmaya başladılar. Neyi kutlayacaklarını bilmeyen şaşkın topluluk, neşeli müzisyenleri geçip evin kapısına varıncaya dek ne müziğin ormanda yankılanmasını duydu ne de çiganın müthiş ritmine ayak uydurdu. Evin önünde, kadınlar şişen ayaklarının, adamlar ise acıyan kollarının derdine düştüler. Sonra da hepsi içeri, şöminelerin ısıttığı sıcak mekâna girdiler.
On üç kişi, geniş odada, dikdörtgen masanın etrafına, protokolün belirlediği şekilde dizildiler. Her hareket, sessiz bir hiyerarşiyi ilan ediyordu. Herkes yerine yerleşince, birkaç garson, son hazırlıkları tamamladı. Av eti şöleni şarap servisiyle başlarken, sıcak ekmekler masaya geldi. Konukların ayaklarının altındaki renk renk dev çınar yaprakları çıtırdıyor, her adımda hışır hışır hareket ediyordu. Her kırılma sesi, sessiz odada alışılmamış bir ritimle yankılanıyordu.
Kütük evin içi de doğaya uygun döşenmişti. Mekâna hükmeden görkemli bir ayna girişteki askılıkların yanında yerini almıştı. Köşelerde mumluklar titriyordu. Duvarlardaki aplikler ve tavandaki avize yüzlerce mumun sıcak ışığını saçıyordu. Geniş odanın bir köşesine iki yeşil kadife berjer, bir de vişne çürüğü kadifeden kanepe yerleştirilmişti. Alevlerin aydınlattığı şömine, Orta Çağ’dan sızmış bir hayalet gibi duruyordu. Karşıdaki duvarın önüne ise ahşap bir büfe konmuş, üzerine de geniş yatay bir ayna, öne hafifçe eğik olarak asılmıştı. Aynadan son yemeği andıran, on üç kişinin puslu görüntüleri yansıyordu. Aynı, zihinlerinin tozlu yansımaları gibi ya da yaşamlarını yenileyememiş yaşlı kişilerin tozlu ürkek bakışları gibi hepsi huzursuzdular.
O sırada, beyaz eldivenli siyah takım elbiseli üç garson, şarap servisini bitirip av etlerinden oluşan ana yemek hazırlığı için mutfağa çekildi. Müzisyenler, kapalı kapının arkasında dışarıdaki soğuğu hissederek, davetlilerin ön konuşmalarının bitmesini ve sıralarının gelmesini bekliyorlardı.
Masanın en başında, orta boylu, zayıf, saçsız ve sakalsız bir adam oturuyordu. Kalın siyah çerçeveli gözlüklerinin ardında, sanki kendi sessizliğini izliyordu. Birden, eline şarap kadehini alıp ayağa kalktı. Diğer beyler de ayağa kalkmaya yeltenince eliyle işaret edip hepsini oturttu. Salon bir anda yeniden sessizliğe gömüldü; sadece şöminenin çıtırtısı, emir gibi yankılanan o hareketin ardından duyuluyordu. Otorite, sözcüklere gerek duymamıştı. Bir el hareketi, bütün itaat reflekslerini harekete geçirmeye yetmişti. Konuşmaya başlamadan önce hepsinin yüzlerine tek tek baktı. Gözleri ateş püskürüyordu. Dudağının ucunda tekinsiz acı bir kıvrım oluştu. Bulaşıcı tedirginlik bir anlığına hepsini sardı. Odaya ölü sessizliği doldu. Sonra, herkes bir ağacın kalın kabuğu gibi sakinleşti. Dışarıdan gelen hayvan ulumaları ve şöminedeki odun çıtırtıları sessizliği bozsa da on iki kişi ellerindeki kadehleri kaldırmış, dışları sert, içleri çürümüş halde, kıpırtısız, ayaktaki adamın konuşmasını bekledi. Şarap ise, âdeta kadim toprakların kokusunu sunuyordu. Sofradaki ekmeğe henüz el sürülmemişti. Adam, “Hoş geldiniz,” dedi. Şarabı önce kokladı, koca bir yudumu damağında çevirdi ve bir kere de yuttu. Masanın çevresinde bir tur attı. Ardından, “Başlayalım, afiyet olsun,” diye ekledi. Başka hiçbir söz söylemeden, yerine oturdu. Boş kadeh havada donmuştu. Eliyle değil, iradesiyle tutuyordu sanki. Aynadaki puslu görüntüsü daha düşünceliydi. Ne tabağına ne de çatalına dokundu. Bir kişi daha hiçbir şeye dokunmamıştı. Diğer on bir kişi, sıcak ekmek ve tereyağının tadına varıyordu.
Garsonlar servise başladı. Müzisyenler içeri çağrıldı. Macar Dansı No:5’i çalmaya başlasalar da yemek ritüeli, kutlamaya yakışmayan ruhsuzlukta devam etti. Söylenmeyen sözlerin ağırlığını sinik bedenlerine yerleştirmiş altı erkek, şarap etkisiyle birbirlerine belirsiz tebessümler atarken, kadınlar az da olsa sohbet ettiler. Hepsi, bu sefer, müziğe kulak veriyordu. Akordeon sesi geriye çekildikçe keman baskınlaşıyor, odanın havasını bir nebze neşelendiriyordu.
Baş köşede oturan adam, yeniden, aniden ayağa kalktı. Müzik dalgalanıp azalarak durdu. Adam, birkaç adımda duvar boyunca dizilmiş kabakların yanına yürüdü; ortadaki karpuz, sanki hem kırılgan bir sır hem de sermayenin tek başına duran bir simgesiydi. Eline aldı ve soğukkanlılıkla söyledi: “İhanet kötülüktür.”
Karpuz elinden kaydı, yere düşerek patladı. Kırmızı su etrafa yayıldı. Adam aldırmadı. Çünkü ne ihanetin ağırlığı ne de kaybedilen değerler, sistemin soğuk düzeninde onun sarsılmasını sağlayabilirdi. Bakışları ise duvarları deliyordu. Yine de uykuda gibiydi. Tuhaf hali tavrıyla, ortamdan ve tepkilerini gerilmiş bedenleriyle yansıtan topluluktan ayrışmıştı. Çıtırdayıp patlayan bir odun, sessizliği bölünce kendine geldi. Şaşkın müzisyenlere, eliyle, başlayın işaretini verdi. Gecenin kararttığı ormana, suskunluğa ve kırmızı ateşe uygun ağır bir ritim yükseldi.
Yerine oturdu adam. Hemen solundaki erkeğin yüzündeki çizgiler derinleşmiş, gözleri iyice kararmış, ensesinden ince ince terler akıyordu. Baş köşedeki adama dikti gözlerini. Kollarını sıvayıp eline sadece bıçağı aldı. Pahalı saati göz alıyordu. Baş köşedeki adam yine de aldırmadı. Elindeki bıçağa ateşin şavkı vurunca ufak ufak anlarda bir ışık oyunu oluşuyor, parlama odayı, masanın etrafındakileri ve adamın yüzünü yalayıp geçiyordu. Ardından bıçağı konuşmayı yapan adama doğrulttu. Sessizliğin içinde, görünmez bir savaş filizleniyordu.
İnci kolyeleri boyunlarında ağırlaşmış, ince ipek elbiseleri nemlenmiş, belli ki sıkıntıdan terlemiş mutsuz kadınlar kıpırdanmaya başlamıştı. Salondaki mumlar teker teker eriyip koku salmaya başladığında adı konmamış kutlama gecesi de bitti. Müzisyenler gitti. Garsonlar çekildi.
Ayağa kalktı adam, hanımlara katıldıkları için teşekkür etti. Beylere dönüp “Gidelim, yarın şirkette açıklamalar yapacağım. Zor bir gün olacak,” dedi.
Topluluk, teker teker sarıp sarmalanıp dışarı çıktı. Gece inmişti. Karanlığın içinde adım adım ilerlediler. Koyu ormanın ıslıklarını dinleyerek, çürük yaprakların üzerinde nemli toprak kokusu ve fenerlerin eşliğinde patikanın dokuz kıvrımını da geçerek uzakta bekleyen araçlarına doğru yürüdüler. Adam ise, topluluğu yine önüne katarak en arkada ve yine yalnız ilerledi. Zaman da oyunlar da değişmişti. Biliyordu. İçinden, kendi tanrısının onu hiçbir zaman terk etmediği için şükretti.
Yeni bir savaş çoktan filizlenmişti. İhanet eden havarinin ince planlarıyla, sahnede yükselip düşecekti. Güç ve servetin yasalarıyla şekillenen bir üst düzey yöneticinin gölgesi ormanda beliriverdi.
Âdeta ormanın kabuğu soyulmuş, geriye yalnızca yüzey kalmıştı. Karanlıkta bile kökler görünür olmuş, bütün derinlikler tüketilmişti. Hayat artık sadece gösteriş ve boş ritüellerin üstünde sürecekti.


