Elif Özge Karakaya
Yol bu kez adımlarla değil, sesle başlıyor.
Gözümü kapattığımda, bir müzik başlıyor uzaktan. Rüzgârın kıyıya taşıdığı, içi hem sarı hem kırmızı bir ezgi. Birinin fısıltısından, hiç tanımadığım büyükannelerin sessiz yürüyüşünden dökülüyor. Bir sokağın köşesinde, yorgun bir piyanodan sızan bir notayla birlikte, teneke damlara vuran yağmurun sesi… Belki Santiago, belki Rio, belki bir hayâlin tam ortası. Coğrafyanın değil, hissin bir çağrısı. Şehir şehir gezmedim, notadan notaya sürüklendim. Ritmi yüksek bir çağrıydı bu kez duyduğum. Bir heyecan çağırdı; ardından bir kelime. Latin bir esintinin peşinde ritimden ritme geçen bir yürüyüşteyim.
Kalabalık meydanlara taşan şarkılarda, ayakta kalmanın bir yolu var: ritme karışmak.
Esintinin peşindeyim. Kadın sesleri çoğalıyor, isyanın nabzı atıyor arka sokaklarda.
Bu müzik yalnızca kulağa değil, yürüyüşüne de karışıyor.
Nabza eşlik eden aşk var; sesin izinde yeniden şekil almayı bekliyor. Burada aşk, bir bedenin başka bir bedene dokunuşundan çok daha eski. Burada aşk, bir şarkının yalnızca dilde değil, yüzyılların yalnızlığında titreşen bir ses gibi.
Victor Jara’nın sesi geliyor bir an, bir boşlukta yankılanır gibi. Onun sesiyle suskunluk arasında ince bir çizgi var: ne tamamen sessizlik ne de tam anlamıyla şarkı. Ölümün kıyısına yürürken bile insanlara “şarkıyı bırakmayın” diyen birinin gölgesi. Şarkının bu kadar kırılgan ve bu kadar dirençli olduğu başka neresi var?
Yolun devamında usulca bir tango başlıyor. Kadın ve erkek birbirine değil, bir kayba tutunur gibi yaklaşıyor. Adımlar sert değil, kabulleniş gibi. Dans burada bir flört değil, bir hatırlama biçimi. Sanki biri diğerinin acısını taşıyor ayaklarında, biri diğerinin geçmişini okşuyor bilekleriyle. Her dönüş bir hatıraya, her duraklama bir gözyaşına dokunuyor. Müzik hızlanınca değil, yavaşladığında daha çok anlatıyor. Her adım, bir sessizliğe kulak verir gibi. İki beden değil, iki hikâye birbirine yaklaşıyor.
Bir yerlerde okuduğum bir düşün kıyısı çarpıyor içime; aşkın anlatılarak da yaşanabileceğini fısıldayan yankılar ilişiyor bu kez. Etrafıma bakınıyorum, hayır fısıldayan kimse yok. Ses çok uzaklardan geliyor. Okyanusla dağların birleştiği yerlerden geçip de gelmiş, yorgun ama tok.
Sanki gölgeler arasında gezinirken bir yalnızlık çağrısı duyuluyor. Birileri, uzak bir sisin ardında, suskun şehirlerden birine yüzünü dönüyor gibi. Karanlığın içinden geçen ve geceyi öğüten bir düşün sesi belki bu hem çok uzak hem çok tanıdık. Gölgelerle örtülü bir yalnızlık gibi… Biri, uzak bir çan kulesinin ardında, yüzünü hiç görmediği birine sesleniyor sanki. Kentin en kuytu yerinden çıkan bir ses, geceyi ağır ağır öğütüyor. İçimde gizli kalmış kuşlar havalanıyor, imgeler suya düşüyor, geçmiş kendini sessizce tekrar ediyor. Uzaklık mekânın ötesinde; bir his, bir suskunluk. 1
Ama burada aşk yalnızca söze düşmüyor. Sokakta nefes alıyor, bedende iz bırakıyor, kayıpların ardından hâlâ adım adım dolaşıyor. Çünkü unutmak burada mümkün değil; her ritim, bir hatırlatıcıya dönüşüyor.
Macondo’nun sokaklarına düşüyor hayâl. Márquez’in yazdığı yağmur, günlerce sürüyor; sanki kurumuş bir kalbin içine doğru yağıyor o yağmur. Büyü, artık edebi bir teknik değil; büyü, bir savunma biçimi. Gerçekliğin bu kadar sert olduğu yerde, hayâl bile bir sığınak oluyor. Ve kimse bu sığınağı bu kadar güzel inşa edemiyor.
Buralarda anlatılan hiçbir şey sadece “anlatı” değil. Her kelime bir beden gibi, her beden bir anı gibi. Dil susunca dans konuşuyor, dans durunca şiir başlıyor, şiir sustuğunda bir annenin bakışı alıyor sözü. Ve o bakışlar, unutmanın mümkün olmadığını hatırlatıyor.
Reggaeton ile rumba, sokakla tarih arasında gidip geliyor. Kolonyal taşların üzerine grafitiler çiziliyor, renkler yeniden karılıyor. Ritimden kaçmayanlar sesin yükseldiği yere doğru yürüyor. Şehirler yürürken dans ediyor. Unutulmak istemeyen her yerin sesi daha yüksek çıkıyor. Bazı grupların ritminde bir öfke var. Öfkelerini sözle üfleyenler gülümsüyor. Yerli dillerde rap yapanlar cümlelerini bitirmiyor, kendi hikâyesini yüksek sesle okuyor.
Peşine düştüğüm bu sesin, bir kıtadan çok daha fazlası olduğunu görüyorum. Bir sığınak, bir uyanıklık hâli, bir duyu biçimi. Ne tam olarak bir aşk masalı ne tamamen bir acı tarihi. Ama hep ikisinin arasında, dikenli bir gülü tutar gibi.
Adını bilmediği babasını düşleyen bir çocuk, sevdiği adama kavuşamayan bir kadın, ölülerini gömememiş bir halk önden yürüyor, ben arkalarında yürüyorum. Kayıpla baş başa kalan, ama o kaybı bir ritme dönüştüren bir yürüyüşteyim. Bazen bir şiirle, bazen bir sessizlikle; ama hep içten, hep derinden atılan ve bu yüzden hiç vazgeçilmeyen adımların peşindeyim.
Yeniden başlamak isteyenlerin şarkılarını hiç bırakmadığı bir yer burası. Her şehrin bir melodiyi koruduğu; her şarkının, birine “yalnız değilsin” demeye devam ettiği bir yer.
Belki de bu sesleri duyuyorum çünkü bir şey aklımdan silinmek istemiyor. Belki de benim kendi dilim, kendi sokağım, kendi şarkım da onlarınkiyle birleşiyor bir yerlerde. Herkesin kendi direnişi var; ama müzik bir köprü gibi, bizi aynı histe birleştiriyor. Burada her şehir bir notaya dönüşmüş; her yazar bir ezgiye. Müzikle edebiyat el ele yürüyor. Biri sokağın sesiyken, öteki onun hafızasını taşıyor.
Müzik sustuğunda, okyanusun ardındaki sulardan aynı ses, öfkesine rağmen 2 tekrar yankılanıyor.
Bir güvercin gibi yükseliyor, renklerin arasından geçip kelimelere konuyor. Sanki türküden önce gelen bir öfke, yankılanan dillerin ortak bir geçmişi çağırması gibi.
Kaynakça:
1. Pablo Neruda, Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı, Çeviri: Sait Maden, İstanbul, İş Bankası Kültür Yayınları 2020, s. 69
2. Pablo Neruda, Evrensel Şarkı, Çeviri: Adnan Özer, İstanbul, Can Yayınları 2022, s. 104 – 105

Elif Özge Karakaya, Marmara Üniversitesi Alman Dili Edebiyatı Bölümü’nü yarıda bırakıp Ekonometri Bölümü’ne başladı ve oradan mezun oldu. Ancak bir süre sonra kendini IT sektöründe çalışırken buldu. Tüm bu yolculuğunda kitaplar ayrılmaz eşlikçisi oldu. Yaratıcı yazarlık, mitoloji ve psikoloji dersleri alarak kendini geliştirmeye, kitaplarla yeni yolculuklara çıkmaya devam ediyor. Bu süreçte iki kolektif kitapta öyküleri yer aldı ve şimdi ‘Virgülle rafa kaldırdığı defteri’ yazmaya devam ediyor; bu kez, daha belirgin bir mürekkep kullanarak.