Şebnem Özbay
Led ışığının düğmesine bastığımda ateş böcekleri gibi titreşmeye başladı duvarda. Simli boyanın taze kokusu genzime doldu. Odanın bu duvarı şimdi orayı andırıyor. Uzaklardaki orayı… Ovanın yıldızlarla dolu, ışıl ışıl gökyüzünü… Fazlasına gerek yok. Fazlası toz, duman.
Duvarın tam karşısındaki ördek başı renginde koltuğa uzandım. Açık pencereden içeriye dolan rüzgârın sesi hariç diğerlerine birazdan kendimi kapatacağım. Yılları geriye sarıp; sekiz-on yaşlarım arasında dört bahar, iki yazdan birinde evet birinden birinde duracağım. Binlerce defa yaptığım gibi.
Ah, işte! Kulak mememe yapışan, kimbilir kaç gündür kanımı emdiğinden davul gibi şişen keneyi fark ediyor annem. Mayıs sonları… Dokuz yaşındayım. Epeyi uğraştıktan sonra cımbızla çıkartabildiği keneyi gösterip; çiftlikteki diğer çocuklarla oynamamı ve bilhassa samanlıkta yumurta aramamı yasaklarken, her dert bitti, bir de kenenizle uğraşamam, diye söyleniyor. Onun için tatili çiftlikte geçirmek, şehir hayatından uzaklaşıp eziyet çekmek demek.
Gece kulağımdaki sızı uykumu bölüyor. Avluda, çocuk aklımla sultan tahtına benzettiğim -hiç de benzemeyen- demir ranzanın üst katında, yün yorganın ağırlığı altında, işçilerden birinin bilmediğim lisanla söylediği gamlı türkünün yüreğime çöreklenen hüznüyle; gökyüzünde titreşen yıldızlara bakıp göz kırpıyorum. Yukarısı adeta yıldız tarlası. Hava nasıl güzel, nasıl berrak. Kalbim aşkla dolmamış henüz ve daha ne yetimim ne de öksüz!
Sonraki günler oynayalım diye her gelişlerinde kapıdan kovulunca pes ediyor çocuklar. Ayşe, Seher, Cuma ve ismini anımsamadığım diğer ikisi… Cuma, hemen vazgeçmiyor. Demir kapının arkasından günlerce bakıyor, bekliyor, sesleniyor… Kara gözlerinde öfkeyle karışık üzüntüyü fark ediyorum. Aşılamayan engeller, açılmayan kapılar, ulaştırılmayan sitemlerle geçiyor günler… Kente döneceğimiz gün nihayet yan yana geliyoruz. Annem, günah çıkarırcasına mutfakta kalan ne varsa torbalara doldurup çocukların eline tutuşturuyor. Evin kapısını kilitleyip eşyaları da arabanın bagajına yerleştirince dönüp arkadaşlarıma akide şekeri veriyor. Teşekkür ederken mahcup gülümsüyorlar. Bindiğimiz araç, arkada bıraktığı toz bulutları arasından, gözden kaybolana dek el sallıyoruz birbirimize. Seni özleyeceğim Cuma, en çok seni…
Ertesi hafta yüzü düşmüş, rengi sararmış halde eve geliyor babam. “İyi ki buradaydınız da görmediniz. Ölecektim neredeyse bugün,” diyor. “O çocuk, fişek gibi fırlayıp beni itmese motorun altında kalacaktım. Hızır gibi yetişti.” Annem neredeyse düşüp bayılacak! Vah, çocuk hayatını feda etti ha! Hangisi, yoksa Cuma mı?.. “Evet. Cuma.” Annem dizlerini dövüyor. Evdeki diğer büyükler koro halinde bizi teselli ediyor. Takdir-i ilahi, vadesi dolmuş, ömrü buraya kadarmış!.. Tabii çok yazık, on bir yaşındaymış yavrucak, demek ömrü buraya kadarmış! Buraya kadarmış sözünü o günden sonra ne zaman duysam bir fena olurum.
Üniversite eğitimi için başka kente gittiğimde, öğretmen olduğumda, bozkırda küçük bir kasabada göreve başladığımda, oranın genç kaymakamına aşık olduğumda, evlendiğimde, çocuklarım dünyaya geldiğinde, önce annemi sonra babamı kaybettiğimde. Kısacası hayat yolculuğumda hep aklımın bir köşesine takılıydı onun kara gözleri ve oranın yıldızlı gökyüzü. Cuma, on bir yaşında çocuk kaldı. Ama bu haksızlık desem ne fayda! Şu köşede artık doya doya hatıralarda yaşatabileceğim.
Hayat burama kadar gelse bile ağzıma almadığım sözü, geçenlerde yüzüme dik dik bakarken dedi kocam. Kusura bakma, buraya kadarmış… Evet, dümdüz böyle söyledi. Dondum kaldım. Başkası varmış, bırakmak istemiş fakat yapamamış.
Evliliğimizi kırılan, dökülen yerlerinden defalarca onardığımı, toparladığımı ve yine başaracağımı anlatmaya çalıştım. Anlamıyor musun buraya kadar diyorum, bitti. Kara gözlerinin dipsiz koyuluğuna umutsuzca bakarken gözlerim karardı. Düşerim sensiz hayatta, tutmalısın beni demelerim, kayıtsız omuz silkişine tosladı. Nasıl ki, tanrılar tarafından cezalandırılan Sisifos, koca kayayı sonsuza kadar dağın zirvesine taşısa da oraya asla ulaşamayacak ve o kayayla birlikte hep aşağıya yuvarlanacak; bu evlilik de benim için öyle. Yanlış kişiyi doğru aşkla sevmenin bedeli.
O günden sonra bazen bomboş şu koltukta oturdum bazen kırlara koştum, dağlara isyanımı haykırdım. Bir keresinde mantar toplayan kadınların merakla dolu, şefkatli bakışlarına yakalandım. Etrafımı sarıp sırtımı sıvazlayarak, “üzülme,” dediler. “Üzülme, bu da geçer!” Sahiden geçer mi, diye sordum. “Bu dert ne ki, tabii ki geçer,” dediler. Aralarından biri: Bak bana, iki sene olmadı sekiz aylık bebeğim, sütümü emerken boğulduğunda canıma kıyacaktım. Aha şimdi bu yolda, ne tekmeler atıyor bilsen, diyerek şişkin karnını okşadı. Sadece biraz zaman! O da geçer, bu da, şu da…
Işığı kapatıp mutfağa geçiyorum. Hayat devam ediyor. Devam etmeliyim! Rafta duran bardağa ilişiyor gözüm. Bak sen şuna! Suyun üstüne oturttuğum avokado çekirdeği çatlayıp köklenmişti şimdi de yaprak vermiş! Birazdan eker, toprağa tutunmasını beklerim.
Hep öyle değil mi, umduğumdan azını bulduğuma, umduğumdan fazlasını ekler beklerim. Beklediklerime beklediklerimi ekleyerek, beklentilerimi bileyerek, yine de inadım inat diyerek devam ederim. Beklerken durmam ki! Yürüyebildiğim yere kadar yürür, yürürken de beklerim. Peki öyle olsun, diyebilmek de gerek. Demek ki, buraya kadarmış!