İsmail Akman
Bir gün kendi içine çöküverdi koskoca ev. Köstebeklerden bildiler. Vadinin gün yamacındaki düzlükte, devasa bir çukur kaldı evden, bahçeden geriye. Vakit öğleyi az geçmiş. Horoz öttü uzun uzun. Uzun uzun anlattı bir şeyleri. Uzun uzun çağırdı herkesi. Mahalleli üşüştü, karıncalar gibi. Tozdan göz gözü görmez. Herkes viranede bir şeyler arar. Hati Gelin’i çekip çıkarttılar bahçe duvarının göçüğü altından. Çürük saman sarısı saçları, kirpikleri toz içinde. Öfkesi, şaşkınlığı, yüzünden daha sarı, daha sıcak.
Ya mendeburlar ya! Koca bahçeyi yediniz, kevgire çevirdiniz. Evden ne istediniz? Benim ev sizin kursağınızın harcı mı be deyyuslar! Şu kadarken gelin girdim ben bu eve. Dağımı, obamı bıraktım da kaçtım geldim bu adı batasıca yere. İki yavrumu verdim toprağına da ne aldım yerine? Bari Celal’imi verin geri, gidi Yezit’in dölleri!
İhtiyarlar fısır fısır kendi dualarını okudu, Kızılbaş diye aşuresini bile yemedikleri Hati Gelin’in viranesinde. Mahallenin gençleri halatlarla, iplerle çukura inip Celal’i ararlarken başlarında durdu Horoz. Çukur o kadar derindi ki, tersaneden caraskal dahi getirdiler. Denize, tuza, balığa alışıktılar da, taşa, toprağa, toza minnet etti cümlesi. Lakin gelen boş çıktı, gelen boş çıktı. Sarsıla sarsıla ağladı Hati. Kıyın kıyın izledi köylü. Kaçıştı köstebekler. Sabırla bekledi Horoz. Ağacına bakındı. Duruyor nar. Dalındaki ayna da.
Her şeyi biliyordu Horoz. Bahçenin duvarına çıkar, bir dağa bakardı, bir denize. Her şeyi görürdü o. O’nun kanında, kanadında vardı bu uçamayan evcillik. Her akşam, kırk beşinde kocayan Çapar Celal’in yitik yanını denizlere çağıran koncolosların çığlığını o sustururdu. Yarı gecede tenhalığını yoklarken, öfkesinden içine içine uluyan kurtların sesini bir o duyardı. Hati Gelin’in etekliğinin altında geceleyen ıslak cinleri sabaha karşı o kovdu hep. Ve bilirdi, sabah alacasında o çapaklı, çakır gözleri ovuşturan kuru, nasırlı ellerin parmakları ucundaki tuzlu gözyaşlarını. Tünekteki çanaktan günün ilk suyunu içer, önce göğe, tanrıya kaldırırdı başını, sonra Hati’nin geldiği dağlara döner, uzun uzun çağırırdı gün ışığını.
Bu sabah, toprağın altındaki köstebeğin hırçın, hınzır çabasının hışırtılarını yine ilk o hissetti. Bahçedeki musluğun yanında, nar ağacının alçak dalına asılı aynadan, arkasındaki evin kapısına baktı uzun uzun. Kirişlerindeki çıtırtıları o duydu ilk. Aynada daldı gözleri. Yıllar yılı onun, babasının, dedesinin, büyük dedesinin aynada gördükleri, küçülüp küçülüp bir nokta oldu, o noktadan hayatlar, ölümler, hüzünler saçıldı, bu taneciklerden biri gitti gitti, çooook eski bir zamana, Celal’in delikanlılık yıllarına, teknesinin güvertesinde, ağda can çekişen bir yengecin feri söndü sönecek gözüne saplandı.
Yengecin ahı tuttu, dipte takılı kalan çapayı kurtarmaya dalan genç Celal, o gün vurgun yedi. Suyun dilini bilemedi o gün. Suya hiç öfkeyle girilir miydi? Suya hırslanılır mıydı? Su yutar işte seni böyle istese, dedi yengeç. Su senin için var değil. Su, su olduğu için var. Su, akmaya var. Sen suyu tuttun mu sandın? Su senin içinde. Bilemedin. Suyun içindesin sandın. Öldü yengeç. Celal’in bir tarafı da öldü o an. Hınçla parçaladı yengecin kabuğunu. Allah var, duymadı yengeç. Çoktan kabuğundan sıyrılmış, suyun altına, denizin hafızasına, anasının, ninesinin, büyük ninesinin karıştığı tuza karışmış, Celal’in teknesinin pervanesinden savrulup çooook uzaklara, Celal’in elleriyle yaptığı evin bahçesinin altında, toprağın serinliğinde yuvasını kazan köstebeğin yarı kör, çipil gözüne saplanmıştı.
O köstebek, keskin kulaklarıyla evde olan her şeyi duydu, bir ömür. Sonra onun çocuğu, torunu, torununun çocuğu ve onun çocuğu da duydu. Bu evin, bu bahçenin altı da, üstü gibi sessizdi. Sessiz, kırılgan ve öfkeli. Yıllarca, alacaklı olduğu bu toprağı hınçla eşeleyen Hati’nin bahçeye ektiklerini kemirdiler. Semirdikçe semirdiler.
De gidinin kahpe toprağı! Neyle beslesem doymadın. Ben verdim, sen vermedin. Alnımdan düşeni emdin, eteğimden düşeni yuttun. Celal’imin denizi mılığa durdu, kurudu. Benim toprağım deniz oldu, boğdu. Canfes gibi yüzüm kemreye döndü. Gayrı uçsam dedim, çıksam otursam uçlağa, yatsam zıbarsam… Bin bir eza var vakitsiz çağırana ezraili. Gidem dedim, olmadı. Kaldım, yine olmadı.
Bütün sırları aynada çözmüştü Horoz. Atalarının gözüyle de görüyor, onların gözüyle de biliyordu her şeyi. Celal’in gün gün büyüyen öfkesini, gün gün değişen çehresini… Çatık kaşlarının arasındaki yolun uzayıp gidişini gördü. O yoldan bir türlü çıkamayışlarını, o yolla bir yere varamayışlarını… Evin duvarlarını sardı öfke, kalınlaştırdı, ağırlaştırdı. Evin içi daraldı, daraldı. Ev daraldıkça, Hati Gelin bahçesini kazdı, kazdı, kazdı. Kederi, isyanı bahçe duvarlarına çarpıp çarpıp geri geldi. Hati konuştu, köstebekler güldü, Horoz dinledi bir zaman. Zaman ağu oldu, sardı evi, bahçeyi.
Cam kırığı gibi, dediydi Celal’im. Su değil, hava değil, cam kırığıymış, etine batan, içini deşen. Bu nasıl acıdır a Horoz? Dokunamazdım, etleri erpik erpik. Benim etlerim acırdı. Nefes alamazdım, Celal’im soluğan. Ciğerime batardı ahlarım, oflarım. Canımız da cam gibi kırıldı Horoz. Çabaladıkça kırıldı, oturdukça kırıldı, konuştukça kırıldı.
Celal’in ölen yanını, ölmüş çocuklarının yanına gömemezdi ya Hati Gelin. İkisi de daha yirmi beşinde ya var ya yok. Yedirdi, içirdi, yıkadı, giydirdi yirmi yıl, hem dirisini, hem ölüsünü. Hem dirisine sarıldı sabırla, hem ölüsüne. Celal’in dalıp dalıp gittiği derinlerde Celal’i aradı durdu boşuna. Erinin içindeki bu cam kırıkları, bu koygun dalgalar, bu lanetli dipler, yarım nefesle aşılır mıydı? Denizi, derinleri bilmezdi Hati. Kendine bir deniz uydurdu. Göğün derinlerine baktı, baktı, baktı. Orada yurdunu aradı.
Dinle hele deli Horoz. Bu akan çay, benim köyümden doğar. Gelir, Celal’in denizine varır. Dağı kazmış bir yiğit bir zamanlar. Suyu bulmuş, kendi kırklara karışmış. Upuzun, ulu bir ağaca dönmüş. Yıllardır kazarım da kazarım, şu kurumuş Celal’in içindeki suyu neden bulamam ha?
Diyemedi Horoz. Dikine dikine filizlenmez, uzayamazdı Celal. Kök salamaz boyuna boyuna. Suyun erimine genişlemiş canı hep. Denizin yüzüne büyümüş. Bir ufuktan bir ufuğa açılır kolları, çarpar yüreği. Yerin yedi arşın altına, yedi arşın üstüne bigâne. Deryada olmaktadır aklı. Onun çağıranı vardır. Uzakta bekleyeni vardır. Duymazsa susacak şarkıları, koklamazsa solacak çiçeği vardır orada. Denizde bir sevdası, bir sırrı vardır Celal’in.
Kaç gece yekindi kalktı bilir misin Horoz? Hati, derdi. Balıklar boğuldu. Boğuldu bütün balıklar. Can kalmadı denizde. Bırak Hati! Bırak gideyim. Bırak boğayım ben de kendimi. E be Çapar Celal! Şu denizin balığına yandığın kadar benim toprağa ektiklerimi düşündün mü bir gün? Ne efsunluymuş şu kancıklar…
Üç saat geçti ki, Hati Gelin’in çeyiz sandığıyla üç beş kırık dökük eşya, birkaç da köstebek ölüsü dışında bir şey çıkaramadılar çukurdan. Vadiyi bulut bürüdü yavaş yavaş. Yaz ortası bir pus aldı göğü. Güneş kayboldu. Horoz, sandığın üzerine kondu. Uzun uzun baktı Hati sandığına. Gidip Horoz’un yanına oturdu. Derinden gelen tıkırtıları Horoz duydu, Hati belki duydu, belki duymadı.
Çıkan gençlerden biri, su, dedi. Su doluyor çukura. Dipten su çıkıyor işte. Nah, diz boyuna vardı bile! Hati’nin kurumuş, çatlak dudakları, yuvasına kaçmış çakır gözleri açıldı, kocaman. Yerinden kalkamadan göğe baktı. Kendi denizine. İnce bir ah geçti genzinden.
O sırada müthiş bir şimşek balkıdı. Gözleri kamaştırdı önce parıltısı, sonra kulakları delen bir gümbürtü. Vadi neredeyse ortadan ikiye yarılacak. Yerinden uğradı herkes, korkuyla.
Yağdır, ak donlu Hızır! Celal’im son isteğine kavuşsun. Yağdır! Ezası da, cezası da son bulsun. Su onu bulsun, o suya varsın. Yağdır! Yunsun, arınsın.
Öyle bir yağmur başladı ki, deniz ters dönmüş, karaya çullanır sanki. Göz gözü görmez oldu sudan. Yamaçtan aşağı çamurlu sular önüne kattığı her şeyi taşıdı çukura. Kurşun gibi indi taneler milletin başına, sırtına. Göz açıp kapayana kadar kaçıştı herkes. Duaları havada asılı kaldı bir süre. Bir Hati kaldı çukurun başında, bir Horoz.
Sandığın kulpundan tuttu Hati. Var gücüyle çekti, çekti, çekti. Çukurun başına geldiğinde önce göğe kaldırdı başını, sonra çukura döndü. Sandığı çukura itti.
Bir tek Horoz korkmadı. Bütün duaların arasından geçip nar ağacına gitti. Gagasıyla aynayı tıklattı, tıklattı, tıklattı. Bir daha, bir daha, bir daha…
Kırıldı ayna.

İsmail Akman kendisini bir yolcu olarak tanımlıyor. Ellilerin kıyısında. Denizli’de yaşıyor. Arada uyanıyor. İki küçük fili var. Aklında da ne çok iş… Bütün bu yolların, yaşların, işlerin, düşlerin ve fillerin doyurulmasına çalışıyor. Şu sıra yorgun. Kitabını bitirdi. Kapağını daha göremedi.

