Şehnaz Orhan
Ayağımı sürüyerek geldim gasilhaneye. Önden götürmüşlerdi Ahmet’i. Biz kadınlar ise; belediyenin, ölünün yakınları için tahsis ettiği dışarıdaki avluda oturuyor, gelen giden cenaze arabalarını, arabadan inen yeni ölmüşleri gasilhanenin içine sokmalarını izliyorduk. Ağır bir matem kokusu duyuluyordu her yerden. Ağlamaklı, ahlı vahlı…
Na’şıyla aynı vakitlerde İstanbul’a geldiğimiz, oradan da memlekete yaptığımız üç saatlik yolculukta, durduramadığım gözyaşları ile içim şişmiş bir şekilde oturuyordum Ahmet’in yıkandığı yerin karşısında. Nasıl oldu da “başımdan eksik etmesin” dediğim adam, şimdi cansız, karşıda yıkanıyordu. Sabunlarla, dualarla, soğukkanlı duruşlu oğlumla… Gurbet onun duygularını da uzaklara götürmüş gibiydi. Bir damla bile gözyaşı dökmeden hiç bilmediği duaları biliyormuş gibi yapıp mırıldandı kendi kendine. Nasıl vedalaştı babasıyla içinden, hiç bilemedim. Kefene sarılmış bir şekilde çıkacağının haberi geldiğinde oraya doğru koştuk, örtüsünü bile doğru düzgün bağlayamayan Alman gelinimle. Bizim törelerde, erkeklerin duasına kadınları sokmazlardı. Gasilhanenin önünde beklemek hiç konu değildi, oraya bile gidemezdik. Buralarda Alamanlaşmış sanki biraz. Rahatça erkek mevtanın önünde ellerimizi açıp dua ettik hep birlikte. Kefeni açıp yüzünü bile gösterdiler bana. Yaşıyor gibi duruyordu kıpırtısız, sanki bir şey söyleyecekmiş de yarım kalmış. Açtım, baktım kırk yıldır hemen hemen her gün baktığım yüzüne. Oradayken bile utandım etraftakilerden öpemedim, hatta biraz da ürktüm. Hızlıca örttüm yüzünü.
Beyimi uğurlamıştım musalla taşından. Hayatındaki durgunluğu ve sakinliği cenazesine de yayılmış, herkes sanki “her canlı ölümü tadacaktır” olgunluğu içindeymiş gibi toprağa vermişlerdi onu. Annesinin kabri üzerine yatırıverdiler hızlıca. Sevindim annesine kavuştuğuna. Kaynanamı erken kaybetsek bile çok sevmiştim onu. Ahmet başkasının yavuklusuydu aslında. Zeynep, kasabanın en güzel kızı. Annesi benim gelinleri olmamı istemiş oğlundan, bayağı da ısrarcı olmuş dediler duyanlar. Sonunda da vardım ona. Ben sevdim onu, o ise bana sadece alıştı bence.
Kim bilir belki de sevmiştir beni, bana hiç söylemese bile. Misafir işçi olarak gittiği gurbet eline, ondan ayrı kalmaya dayanamayıp karnım burnumda günler geceler süren pis kokulu tren yolculuğuna katlandım diye. Zor kabul ettiler beni Almanya’ya, doğuracağım trende diye korktular. Gebelik ayımı eksik söyleyerek, benim içim geniş diyerek, zor attım kendimi vagonlara. İçim geniş değil miydi ya; koskoca Almanya’yı sığdırmıştım ya içime, evime, ömrüme…
Kim bilir belki de sevmiştir beni bana hiç söylemese bile. Elleri kolları siyahlaşmış, ciğerlerini ellerine alacakmış gibi öksürerek madenden geldiğinde, göğsüne ve sırtına sürdüğüm çörek otunun, sabunladığım vücudunun, vardiya saatleri geceye döndüğünde pencerelerde bekleyen karısının hatırını kıramamıştır belki de.
Akşam ezanından sonra, abilerinin evine gelen hocayla yapılan dualarda, yemelerde içmelerde, yarı utanç yarı mahcubiyetle izlediğim mor tutamlı saçları ile kimseyle konuşmayan ikiz torunlarıma, ortada kare vücudu ile ne yapacağını bilmeden gezinen Alman gelinime “Biraz kalkın da hizmet edin” derken. Neyse ki Ahmet’in amcasının torunları fıtır fıtır koşuşturuyorlardı ortalıklarda. Şimdi gelse görse Ahmet ne derdi bu hale acaba? Mutlu olur muydu bu kadar gelene?
Hiç mutlu olmamıştı ki, şimdi mutlu olsundu beyim. Bana sadece alışmakla kalmasın, beni sevsin diye, Almanca kurslara gidip kendimi eğittim. Otomotiv sektörüne az da olsa aldıkları kadın işçiler arasında olduğumda, hem maaşım daha yüksek olacak hem de diğer kadınlar gibi Almanların pisliklerini temizlemeyeceğim için çok sevinmiştim. Beyim de sevinir sanmıştım, kim bilir sever bile beni. Almanca öğrendiğim için, iyi bir yerde çalışmaya başlayacağım için. Hislerinin ne olduğunu anlayamadığım Ahmet’in gene de vücudunu sabunladım, sırtına göğsüne gene de keten yağı sürüp öksürüğünü hafifletmeye devam ettim aylarca hatta yıllarca.
Hocanın, “Ruhuna El Fatiha” demesiyle ellerimizi açtık Allah’ a. Yan gözle elleri açık, dudakları kıpırtısız, hiçbir dua bilmeyen, Allah’a inancından tam da emin olamadığım oğluma baktım üzüntüyle. Ahmet’i mutlu etmeye, kendimi sevdirmeye o kadar adamıştım ki hayatımı, Metin’in büyümesini kaçırmıştım. Nem kokan duvarları, dik merdivenleri ile Türkler’in yaşadığı gri renkli lojmanlarda önce komşu Nurten ablama bir süre bıraktığımız, sonrasında da kreşlerde, okullarda büyüttüğümüz, eve geldiğinde gündüz uyuyan gece çalışan babasıyla, annesinin dolaba koyduğu soğuk yemekleri ısıtmaya çabalayan benim yalnız oğlum, Metinim. İşte tam da bu yüzden -yalnız oğlumun- kendinden yaşça büyük Alman karısı ile evlenmesine tek bir kelime bile edemedik babasıyla. Suçumuzu, günahımızı biliyorduk sanki. Sözleşmişçesine “hayırlı olsun” diyebildik sadece.
Soğuk yataklarımızda, soğuk gecelerimizde, soğuk birlikteliklerimizde tekrar hamile kaldığımda bile mutlu olamamıştı Ahmet. Zaten istenmeyen bebek, yorgunluğumdan dolayı, işte çalışırken düşüverdi. Ağrılar, ağlamalar, kanlar içinde.
Ben şimdi ne yapacaktım diye düşünmeye başladım. Bu Alman gelinin yanına da sığamam ki. Oysa Almanya’ya ilk giderken söz vermişti Ahmet bana, en kısa zamanda geri döneceğiz diye.
“Ne işimiz var gurbet ellerde ömrümüzün sonuna kadar…oralarda ölecek değiliz ya bir evlik paramız olsun döneriz memlekete”
Oralarda ölmüşüz oysa, memlekette evsiz barksız sadece emekli maaşımızla, yabancı gelinimizle, artık gavur olmuş oğlumuzla, ayrık otu gibi biten torunlarımızla. Buralarda da ölmüşüz sanki, artık hiç doğmayacakmışız, ya da nerede doğacağımızı bilemeyecekmişiz gibi.
Sabahleyin rahmetlinin abileri ve çocukları ile birlikte edeceğimiz kahvaltıdan sonra Ahmet’in eşyalarını alacaktım. Tereyağına, pekmeze, reçele doyamamıştım sanki. Bir yandan da utanıyordum cenaze evinde bu kadar iştahlı görünmeye, fakat taze ekmeğin tadını ve kokusunu öylesine özlemiştim ki.
Karnım tokluktan şişmiş haldeyken; saatini, gözlüğünü, kemerini, giysilerini getirdiler beni odaya çağırıp. Garip kaldım odada Ahmet’in her şeyiyle. Hepsini bir poşete yerleştirirken veraset için kimliğini alacak oldum da elimi atıp karıştırmaya başladım cüzdanının her yerini, sanki bir şey ararcasına. En dip köşesinde genç ve güzel bir kadın resmi saklanmıştı. Saklanmamıştı sanki de vakti gelip saklandığı yerden çıkmıştı. Yavuklusu Zeynep’in resmini aldım elime. Baktım, baktım, tam aldığım yere koydum. Tekrar cüzdanının kalbinin ortasına. Ömrü boyunca bana sadece alışan kocam, kendimi bir türlü sevdiremediğim kocam, gurbetlerin yorgun ve mutsuz adamı kocam ve senelerce yavuklusunu unutamayan cüzdanı gibi kalbinin de ortasına onu yerleştiren, arkasından çok gözyaşı döktüğüm, dün de toprağa verdiğim kocam. Yediklerim birden ağzıma geldi, koşarak banyoya gittim kusmaya. Sanki bütün memleket ağzımdan çıktı, vefasızca, duygusuzca, sevgi bile duyamadan…

Şehnaz Orhan, Bursa doğumlu. Evli ve iki çocuk annesi. Psikoloji ve edebiyat, hayatında her zaman en sevdiği alanlar arasında yer aldı. Uludağ Üniversitesi İşletme Bölümü’nden mezun oldu ve aynı üniversitede İşletme yüksek lisansını tamamladı. Psikolojiye olan ilgisi nedeniyle İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik alanında yüksek lisans yaptı; ayrıca ICF onaylı koçluk yetkinliği kazandı. Halen Bursa’da bir patoloji laboratuvarında yönetici olarak görev yapıyor. Aynı zamanda Anadolu Üniversitesi Sosyoloji Lisans Programı’na devam ediyor. Yaratıcı ve ileri düzey yazarlık atölyelerinde eğitimlerine devam ediyor ve kolektif kitaplarda öyküleri, çeşitli dergilerde yazıları yayımlanıyor.


