Demet Cengiz, üçüncü romanı “Göl Kıyısında Leylâ” ile Su Üçlemesi’ni tamamlarken, Türkiye’nin görünmez kadınlarının, kimliksiz bırakılmış çocuklarının ve içiçe geçen kaderlerin hikâyesini güçlü bir şekilde anlatıyor. Roman acıya tanıklık ederken, kaderin kırılma anlarına dikkat çekiyor.
NİLGÜN KARATAŞ

Demet Cengiz, Su Üçlemesi’nin tüm kitaplarında olduğu gibi Göl Kıyısında Leylâ’da da sertlik ile zarafeti, karanlık ile büyülü gerçekçiliği ustalıkla yan yana yürütüyor. Üçlemesinde isimleri değişse de aynı acının farklı yüzlerini taşıyan kadınların ortak sesini duyuran Demet Cengiz ile telefon konuşmalarımız gibi upuzun bir röportaj yaptık. Satır aralarında çok önemli mesajlar yer alan bu röportajı kısaltmadan sizlerle paylaşmak istedim. Vakit buldukça keyifle okuyacağınıza, ardından kitabı da merakla okuyacağınıza eminim. Çünkü onun yazarlığı, acıya tanıklığın ötesinde; sevginin gücünü, kaderin kırılabildiği anı ve dayanma isteğini görünür kılan bir direniş. Bu kez bir genelevden çıkan bu hikaye, acımasız gerçekleri büyülü bir kalemle aktarıyor.
- Önceki romanların gibi “Göl Kıyısında Leylâ”nın merkezinde de kadın, kimlik ve kader sorunu var. Bu roman bize hangisini söylüyor: İnsanın kimliği mi kaderini kurar, kader mi kimliği dönüştürür? Roman bu ikiliyi nasıl tartıyor?
Açıkçası ben bu üçünü birbirinden ayırt edemiyorum. Çeşitli varyasyonlarda hepsi birbirini etkiliyor. Bazen coğrafyadır kader. Bazen kader kadın olmaktır. Bazen kimliktir. Yaşama bir kadın olarak geldiğinde, özellikle de doğduğun yerde -ki bunu sadece ülke, bölge, şehir olarak da söylemiyorum, aileyi de işin içine katıyorum, kaderin belirleniyor. Coğrafya belirliyor kaderini. Cinsiyetin, kimliğin, ailenin kaçıncı çocuğu olduğun… Öyle veya böyle hazır bir tasarımın içine doğuyoruz. Başlangıç kaderi diyorum ben buraya. İşte burası bizin hiç söz hakkımızın olmadığı yer. Olan olmuş, kararlar sen henüz yokken alınmış. Bazı mahalleleri de kaderleri de ayıran yollar vardır. Bu başlangıç kaderinin değişmesi için ölüp yolun diğer tarafında yeniden doğman gerekir. Başlangıç dışındaki kadere gelirsek… Orada söz bizim, sorumluluk bizim. Bunu çok önemsiyorum. Kader, mevcuda “Hayır” demekle kırılır. Rıza gösterdiğindir kader, susup kabullendiğin. Bir kırılma olacaksa senin ayağa kalkıp “Hayır” dediğin yerde başlayacak.
- Roman, pencereleri demir parmaklıklı, gün ışığının bile yasak olduğu bir genelevde açılıyor. Bu mekânı edebiyata taşıma cesareti nasıl bir duygudan doğdu? İlk görüntü zihninde nasıl belirdi?
Üçlemeyi kafamda tasarlarken daha ilk andan itibaren günün birinde kurgusal olarak bir geneleve gireceğimi biliyordum. Onca yıl hazır olamamışım. Zihnimde o atmosferi kurgularken çok zorlandım. Birkaç ay başlayamadım yazmaya. Bu dünyada hiçbir şeyin sahibi değilsek bile bedenimizin mülkiyeti bize ait olmalı, öyle değil mi? Olmayabiliyor. Kadının bedenen ve ruhen en ağır sömürüsü burada… İnsanlığın en aşağılık hâli… Bunu anlatmak zorunluluğu… Romanda böyle bir cümle var: “Hiç mecbur değilken zorunda olmak.” Hiç mecbur değilken anlatmak zorundaydım.
- Metinde sert gerçekçilik ile büyülü gerçekçilik yan yana yürüyor. Bu iki uç atmosferi birlikte kurgularken dilde nasıl bir ayar tutturdun?
Ben gerçek olmayana zor tahammül eden biriyim. Her ne olacaksa bir gerçekçilik zemini üzerinden yükselecek. Gerçeği görmeyerek, reddederek, gerçekten kaçarak umutlu ve iyimser olunabileceğine de inanmıyorum. Gerçeğe tahammül duygusal olgunluğun da bir göstergesidir bana göre. Ancak gerçekçilik öylesine sert, soğuk ve acımasız ki sanırım bir denge için onun zıddına ihtiyaç duyuyorum. Büyülü gerçeklik böylece ortaya çıkıyor. Zihnim! Benim zihnim Londra metro haritası gibidir. Oradan oraya, hattan hata, duraktan durağa… Yol üstünde her şey mümkün. Bir karamsara da denk gelebilirim, bir şapşala da. Umut saçan da orada yolcu,eve gidip kendini asacak olan da. Hepsi yaşama dairdir.
- Genelevi “bir okul” metaforuyla düşündüğün yerler var. Bu metaforu okur olarak bizden hayatın geneline mi uyarlamamızı istiyor olabilir misin?
Çok gezen mi bilir çok okuyan mı? Bu soru bana pek mânasız gelir. Anlamak için çok okuyarak çok gezmek en iyisi tabii. Şaka bir yana insan her an her yerde bir şeyler öğrenebilir yeter ki anlamaya çalışıyor olsun. O evdeki herkes için orası bir okul ama iki karakter yaşamdan ders çıkarmanın ötesinde anlama ve öğrenme arayışındalar.
- Romanın çarpıcı sorularından biri “Birinin yandığı cehennem ötekinin cenneti olabilir mi?” Bu sorunun sendeki karşılığı nedir? Cennet ve cehennem algısı karakterlerinin yaşantısına nasıl sızdı?
Bu soru üçlemenin tamamının üzerine açılmış bir şemsiye gibi… Her karakter kendi romanında da katman katmandı ama öteki romanlarda hep başka yanlarını da gördük. Üzerine hiç rüzgâr esmeyen lego kentleri değiliz ki. Zaman geçiyor, deneyimler birikiyor, bileşenler değişiyor ve kendi bilinmez bir karanı, yer altı suyunu, saklanmış bir hazineni buluyorsun. Senin kaçtığın cehennem başka bir dönemde, daha korkunç bir cehennemden gelene cennet olabiliyor. Ya da en azından öyle görünebiliyor. Ölümden sonraki bir cennet-cehennem değil sözünü ettiğim, bizzat yaşadığımız dünyadaki mutluluğumuz veya mutsuzluğumuz.
- “Bu kitap hiç evlat olamamışlara adanmıştır” diyorsun. Bu cümle okurun zihninde çok güçlü bir etki bırakıyor. Bu adanış sanki kişisel bir duygudan değil de toplumsal bir saptamadan doğmuş gibi? Bu noktada serinin üç romanını da aile kavramına, ülkemizde çok sayıda çocuğun gerek eşitlik gerek haklar, gerek ekonomik gerekse sosyo kültürel açıdan haksızlığa uğramasına bir eleştiri gibi okuyabilir miyiz?
Kesinlikle ve tam olarak böyle okunmalı. İnsanı sadece biyolojik bir canlı olarak gördüğümüzde eşeyli üreyen memeli bir türüz. Sadece bu olduğumuzda bile annemizin sütüne muhtacız. O süt için dişi memelere sahip. Sadece sütüne mi? Bakımına, ilgisine, adanmışlığına. Baba? Onun da koruyuculuğuna muhtacız. Mağaranın girişinde tetikte yatacak baba, bir vahşi hayvan gelirse onu mızrağıyla devirecek. Annenin sütü kadar sevgisine de muhtacız. Evrim dayatmış ona bunu. Yavrusunu bırakıp gitmesin diye bağlanma hormonu var. Bir annenin bebeğini, çocuğunu sevmemesi biyolojik olarak da bir anomali. Ki insan sadece biyolojik bir canlı değil. Kurduğu medeniyetin içinde aile kavramı çok güçlü. Türün devamı için de bu gerekli. İşte bütün bu anlı şanlı medeniyet içerisinde, modern konforlu hayatlarımızda bile bir çocuğun pozisyonu mağaradakinden çok da farklı değil. Sevgi, ilgi, yakınlık, bağ arayışı hep var. Olması gerekenler olmadığı gibi olmaması gerekenler oluyor. Şiddet, istismar, çocuk işçiliği, evlerinde işçi gibi kullanılan çocuklar… Yetimin yetim olduğu belli, öksüzün öksüz ama analı öksüzleri, babalı yetimleri tanımak kolay değil. Her doğan evlat olamıyor. Anası, babası hayatta ve yanındaysa bile olamıyor. Bu bana annesiz-babasız olmaktan çok daha acı geliyor.

- Kahramanların adları değişse de benzer yaraları taşıyorlar. Adların ve isimlendirmenin bu romanda sembolik anlamları da var mı?
Hiçbir romanımdaki hiçbir isim gelişigüzel konulmadı. Hepsinin açık veya sembolik anlamı var. Leylâ örneğin gece, geceye dair demektir. Gece ayıpları, suçları, günahları, utançları ve çirkinlikleri örter. Ayrıca yaşadığımız kadersizlikte adların ne önemi var? Ve hatta kimliklerin? Adımı Deniz Koydular romanımda Cennet teyze karakteri vardı. Maraşlı bir Aleviydi. Onun adını Maraş Katliamında ölen bir kadından aldım. Yeter’in adı ise onun doğumuna isyan eden babasındandı. Bütün istenmemiş kız çocuklarına atfen…
- Roman boyunca erkek karakterlere isim verilmemesi çok güçlü bir politik tercih. Bu tercih yazım sürecinde sana ne hissettirdi, dilini nasıl dönüştürdü?
Duygu Asena’ya selam durdum yazarken. Erkeklerin adını koymadım. Kimliksiz kadınların intikamı, erkekleri isimsizleştirerek alındı. İsimsiz kahramanları ete kemiğe büründürmek, onları konuşturmak ve özellikle onlardan söz ettirmek biraz güçtü. Yazar karakteri ‘Aşçı’ diye anabilir ama öykünün içindeki bir karakter ondan nasıl söz edecek? Bunlara yanıt bulmam gerekti. Bazılarını lakaplarıyla anmak kurtarıyordu ama her zaman değil. Birsıfatı veya mesleği kullandım.
- Metinde sık sık felsefi sorular beliriyor: kötülük problemi, varoluş sancısı, yaratıcıya duyulan öfke… Bu sorular yazmadan önce mi yazarken mi beliriyor?
Bu soruların bir kısmı benim Londra metro haritasına benzeyen zihnime ait ama bir kısmı o karakterlerin zihninde oluşabilecek sorgulamalar. En baştan insanlığın en temel sorularını soracağımı biliyordum. Önemli bir bölümü önceden beliren sorgulamalardı ancak bir kısmı da yazım sürecinde belirdi. Tanrı sancısı çekiyor karakterler. İnanmak başka bir mefhum inanmayı arzulamak çok başka! Tanrı’nın var olması arzusu özellikle güç koşullar altındaki insanlara güç verebiliyor. Diğer yandan zor sınavlarda Tanrı’yı terk edenler de çok oluyor.
- Ülker İnce’nin “soluğumuzu kesecek kadar etkili” dediği sertlik–zarafet dengesi senin için nasıl bir yazarlık tercihi ya da deneyimi? Bu tarz bu seriye mi özgü yoksa Demet Cengiz’in yazma stili mi?
Oturayım da şu türde bir dil kullanayım diye yola çıkmadım. Gazetecilik, köşe yazarlığı, yazarlık, bütün bunları romancılığın dışında tutuyorum ama hepsi bir yazı disiplinidir. Ben roman yazmak istediğimde, ki buna çok zor karar verdim, bunu teknik olarak öğrenmek istemedim. Bunun iki nedeni var. Hem özgün olmak istedim hem de okurluğuma ve hikâye anlatıcılığıma güvendim. Söylemek istediğim şu: Bir tercih olarak dil oluşturmadım. ‘Su’ üçlemesindeki dil benzer, belki de aynı ama üçüncü romanda dil kendiliğinden biraz daha farklı oldu. Yazar dilinin de -eğer organik bir dilse tabii ki- kendi bir yolculuğu, bir evrimi var bence.
- Su Üçlemesi’nin üç farklı romanında aynı evreni yeniden kuruyorsun. Bu evreni inşa ederken her romanda su metaforunu kullanıyorsun. Bu metafor nasıl doğdu?
Su yaşamın kaynağı ve hepimiz büyük oranda suyuz zaten. Kadın rahmi de suyun içinde yaşamı filizlendiriyor. İlk evrenimiz su. Şu dünyaya gelip acıyla ciğerlerimiz açılmadan önce annemizin suyunun içinde yüzüyoruz. Kadın daha fazla su! Odağında kadınların ve çocukların olduğu bir üçleme olsa olsa su olur, diye düşündüm. Pek çok kültürde ister gömülsün ister yakılsın ölüler de yıkanır. Bu bana inanılmaz etkileyici geliyor. Gömeceğimiz insanları neden yıkarız?
- Romanlarında ilk kitapta gördüğümüz bazı kahramanlar sonrakilerde başka yüzleriyle karşımıza çıkıyor. Son romanın ana kahramanı Leyla da öyle bir karakter. Bu çok katmanlı karakter yapılarını nasıl planlıyorsun? Yoksa yazarken kendiliğinden mi açılıyor?
Planlama olmaksızın roman yazılabileceğine inanmıyorum. En azından iyi bir roman! Karakterler de en baştan planlanıyor ama onlar da gelişiyor. Ben kendim bile gün içinde ne kadar farklı ruh hallerinde olabiliyorum. Bir gün sinirlerimi bozan bir şey, başka bir gün bana komik gelebiliyor veya hiç dikkatimi çekmiyor. Bileşenler! Olayın, mekânın, zamanın ve diğerlerinin etkisi yadsınamaz. Ya da şöyle diyeyim ben toprağa hangi fidanı ektiğimi biliyorum ama ne kadar çiçek açacağı biraz da karaktere bağlı. Zamanla daha çok çiçek verebiliyor. Çünkü onlar da içimde benimle birlikte yaşıyor. Ben Deniz’i de biliyorum, Yeter’i de. Aşçı’yı da biliyorum, Nile’ı da. Ama hepsine her koşulda adil olmaya çalışıyorum.
- Üçlemede ortak bir kader çizgisi var: kimliksiz bırakılan, istismar edilen, görünmez kadınlar. Bu temayı üç kitap boyunca taşımanın duygusal yükü nasıldı?
Duygusal yükü çok ağırdı. Yazarken çok acı çektim. Yazmak istemediğim bazı satırlarda aylarca kaçtığım da oldu, yazdıktan sonra hüngür hüngür ağladığımda. Bu yüzden her romanı bitirdiğimde sanki bütün onları ben yaşamışım ve başka bir ülkeye kaçıp kurtulmuşum gibi tuhaf hissettim kendimi. Bir garip gibi…
- Üçlemenin bir diğer ortak noktası “kendini arayan kadın.” Bu kadın yıllar içinde bir değişimin sembolü olurken, senin de ilk romandaki bakışınla son romandaki bakışın arasında fark oluştu mu?
Kadın insan türünün yarısı olmasına rağmen kurulan medeniyet onu hep kısıtlamış, sınırlamış veya tümden yok saymış. Vatandaşlık tanımı bile önce erkekleri kapsamış. Kadın her yerde kendini arıyor ister kaderini değiştirsin, ister doğduğu mahalleden çıkamasın, ister geneleve satılsın. Bu üç roman bana, benden çok farklı kadınlara empati yapmamı sağladı. Daha iyi empati yapmamı sağladı. Hele son romanı okuyanlar şimdi bana sık sık “Leyla kim? Hangisi Leylâ” diye soruyorlar. Ah ben de bir bilsem hangisi Leylâ. İkisi de Leylâ. Hepsi Leylâ.

- Su Üçlemesi hem üçleme hem de bağımsız kitaplardan oluşuyor. Buna rağmen okur o evrende dolaşırken aslında bir ailenin, o ailenin fertlerinin hikayelerini öğreniyor. Bu durum nasıl oluştu, kendiliğinden mi gelişti?
İlk romanı -ki bazıları ona iç içe geçmiş iki roman diyor- yazmaya niyetlendiğimde o mono bir eser olacaktı. Ancak o evreni kurarken diğer karakterlerin biraz gölgede kaldığını fark ettim. Onların sesi kim olacaktı? O anda ikinci romana karar verdim. Aynı ailenin etrafında farklı açılarla dönecektim ama sonra bir de Leylâ vardı, aileden olmayan. Onu dışarıda bırakamazdım. Ama her birini tek başına okunabilir eserler olarak tasarladım. Bunu özellikle yaptım. Okur istediğinden başlayabilir okumaya ve hepsini okumak zorunda da değil. Yazarın ayak izlerini takip etmek isteyen sırayla okur ama kim bilir belki ileri de yine bu evrenden başkaları karşımıza çıkar.
- Üçlemede mekânlar kadar “ses” de çok belirleyici. Sessizlik, fısıltı, çığlık… Ve bu romanında şiirin de özel bir yeri var. Sesteki bu farklı tınıların bu üçlemenin poetikasındaki rolü nedir?
Bunu özellikle planlamadım ama seslerin, müziğin, tınının insanı ne kadar etkileyebildiğini biliyorum. Doğadaki canlılar hayatta kalmak için gözlerinden çok kulaklarına güvenirler. Şiir sözün bestelenmemiş şarkısıdır. Şairler ve çobanlar beni büyüler. İnsan sadece biyolojik bir canlı olmadığı için âşık olur, şiir okur, roman yazar, şarkı söyler, saz çalar, masa kurar.
- Sümer tabletlerinden esinlenen mistik detaylar üçlemede ortak bir izlek oluşturuyor. Mitolojik ve arkaik unsurlarla modern dünyayı kaynaştırma motivasyonun nedir? Bir yandan insanın değişmeyen doğasına, makus talihine mi dikkat çekmek istiyorsun? Yoksa kadim bilgilerin bize bazı bilgiler fısıldadığına mı?
Kadim bilgiler bize fısıldıyor olabilir tabii. Taşlar konuşuyor olabilir. Öyle veya böyle hepsini insan yazdı. Yazdı derken ya oturup tablete yazdı ya da kafasında yazdı, destanlar anlattı. Bana ilginç gelen insanın sürekli konuşuyor olması. Göl Kıyısında Leylâ özelinde ise tapınak fahişeleri ile genelev çalışanları arasında bir bağ kuruyorum.
- Üç romanın toplamına baktığında en çok hangi sorunun cevabını aradığını düşünüyorsun? Kötülük mü, kader mi, varoluş mu, kimlik mi?
Sevginin. Sevgi her şeyi değiştirebiliyor. Ama hiç etki etmediği bünyeler de var. Sevginin gücü neye yeter? Sevgisizliğin ne kadar yıkıcı olabildiğini hepimiz biliyoruz. Öte yandan ben kötülüğe anlam veremem. Anlamakta çok güçlük çekerim. Kader değiştirilebilir. Kaderciliği pek sevmem. Kimliklerin ise ölümcül hâllere getirilmemesi gerektiğini düşünürüm. Vurguladığın her kimlik ayrıştırır. Üniversitede bir arkadaşım “Biz metalciyiz. Başka müzik dinleyenlerle konuşmayız” demişti. Basit bir müzik zevki bile kişinin kendini ‘üstün’ konumlamasına, diğerleriyle ilişkisini sınırlamasına yol açabiliyor. Varoluşa gelirsek… Varoluş sancısı çekmemiş bir insan bence gerçekten var olmamıştır.
- Son romanını yazma sürecinin senin hayatında da çok önemli bir döneme denk geldiğini biliyorum. Sen istemezsen oralara girmek istemem ama üçlemenin tamamlanmasının sende nasıl bir his yarattığını merak ediyorum? Bir evreni kapatmanın hüznü mü, başka bir kapının aralandığı sevinç mi?
Bir tanı aldım ve tedavi sürecime denk geldi. Fiziksel olarak zorlandığım bir dönemdi ama yazabilmek bana güç verdi diyebilirim. Yazabilmek için güçlenmeye çalıştım. Yazamamaktan, bitirememekten korktum. Tamamladığımda öncelikle bitirmiş olmanın garip bir sevinci vardı. Sonra biraz tenhalaştığımı hissettim. Yazmak tenha bir iştir ama roman bitince karakterler de uğurlanır. Orası garip bir yalnızlık. O evreni tamamen kapattım mı bilmiyorum. Oradan sesini duyurmak isteyen başkaları da var. Onların sesi kim olacak.
- Bu üçleme sonrası aynı evrenden başka hikâyeler çıkabilir mi? Yoksa bu defter tamamen kapandı mı?
Mutlaka bu evrene bir temas olacak. Henüz kafamda taslak aşamasındalar ama bazı karakterleri yine göreceğiz.
- Eserlerinde sık sık “beden” ve “kimlik” arasında bir gerilim görüyoruz. Bu temalara yönelmeni sağlayan kişisel ya da entelektüel kaynaklar nedir?
Kimlik çok önemli ama bu ayrıştırıcı bir unsura dönüşmemeli. Sıkı sıkıya tutunduğumuz kimliklerimizin önemli bir kısmı başlangıç kaderimize bağlı yani coğrafya, ülke, aile, etnik kök, din, vs. İnsanın seçimi olmayan unsurlara aşırı bağlanması ötekilere ve diğerlerine karşı hoşgörüsüzlük getiriyor. Bundan kimlikler önemsizdir dediğim anlaşılmasın sakın. Kimliği yüzünden cezalandırılan insanları anlatıyorum çoğunlukla. İnsanları başlangıç kaderlerinden dolayı cezalandırmak aşırı ilkel bir davranış. Niye yolun öteki tarafında doğmadın, der gibi… Bütün o kimlikleri bedenlerimizin üzerine giyiyoruz. Etimizle, kemiğimizle bedenlerimiz…
- Yazarken kendini en çok hangi duyguda buluyorsunuz: öfke, merhamet, utanç, umut, dayanma isteği?
Galiba dayanma isteği… Yazmak bir taraftan da benim için -her ne kadar yazdıklarım sert bulunsa da- bir direniş biçimi. Yumuşak bir direniş…
- Bir okur olarak dilinin zarafeti ile sahnelerin sertliği arasındaki kontrastı seviyorum. Bu dengeyi kurmak bilinçli bir tercih mi yoksa sezgisel mi?
Sezgisel. Galiba önce bir tokat atıp sonra gökkuşağının renklerinden süzülen bir şarkı söylüyorum.

- Romanlarında erkek karakterlerin de önemli bir yeri var ancak merkezinde kadın karakterler yer alıyor: Deniz, Yeter, Leylâ. Bu nedenle sormak istiyorum; Edebiyatımızda kadın hikâyesi anlatmak sence ne anlama geliyor? Bu konu senin için özel bir anlam taşıyor mu?
Türk edebiyatında da dünya edebiyatında da çok güçlü kadın kalemler var. Onlar hem kendilerini hem de başka kadınları anlattılar. Erkeklerin dünyasında ne kadar anlatırsak anlatalım susturulmuş o kadar çok kadın var ki… Dünyanın kadın-erkek tüm edebiyatçıları toplansak yetişemeyiz. Öte yandan çocuklar! Çocuklara yapılanlara tahammül edemem. Kimse de etmemeli. Bu hassasiyetler,ne yazık ki kadınlar ve çocuklar daha dezavantajlı oldukları için gelişiyor.
- Yazarlık senin için bir tanıklık biçimi mi, bir direniş biçimi mi, yoksa bir kendini kurtarma biçimi mi? Nasıl açıklarsın?
Bence hepsi. Varoluşumun haklı gerekçesi. Empatik biriyim. Sanırım bu mükafatla cezalandırıldım. Ya da bu cezayla mükafatlandırıldım.


