Zeynep Pınarbaşı
Yalnız oturuyoruz. Gece çökmüş üstümüze.
Yerimizden kalkmak için bir nefes, bir ses belki de bir koku gerekli. Mıh gibi çakılmış bacaklarımız.
Yalnızlık tek kişilik bir husus.
Biz birbirimizle yalnız olmayı öğrendiğimizden beri, gecenin en karanlık saatlerinde bahçede oturmayı öğrendik.
Bir kedinin mırıltıları yükseliyor, gece kalkmıyor üstümüzden.
İhtiyacımız olan kirpinin çimenlerdeki hışırtısı, yaprakların rüzgâra salınışı
Ama gecenin hükmünden çıkarmıyorlar bizi.
Gideceğim, dedi. Daha bu sabah yeniledi isteğini, istek değil aslında karar.
Yalnızlığımıza çekildiğimizden beri tek başına aldığı kararlara karşı çıkamıyorum. Bu sefer önünde duracağım, beni kimsesizliğe mahkûm etmesine izin vermeyeceğim.
Nedir bu ses?
Sokaklarda insanlar var, yüzlerce, binlerce… Dökülmüş yüzlerini topluyor bazıları, kimi ellerini, kimi bacaklarını.
Yalnızlığın parçaları sürünüyor kapı önlerinde. Evlilik kutsiyetinin kimsesizlikleri isyana çıkmış.
Sokak taşları arasına mutsuzluklar sızıyor.
Bunca tantana senin gidişinin yası, kapımda birikiyorlar. Eller tutmuş çekiyor kapı kollarını, mutsuzluklar sızıyor kapının altındaki aralıktan.
Yıllardır beklediğim geceler, şimdi mutsuzluğun askerleri olup dikilmiş kapıma, sabahlara vardırmadığım yalnızlığımıza giriyorlar.
Bacaklarım kökleniyor olduğum yerde, sızamıyorum kapıdan dışarı.
Gelinliğinle giriyorsun kapıdan, gündüze dönmüş bahçemin kapısında elinde çiçeklerin. Sen kapıdan girdikçe bacaklarımdaki damarlar sızıyor toprağa.
Bir sabah suluyorsun bacaklarımdan. Sofralar kuruyorsun kalabalık, mis kokulu yemeklerle bezenmiş. Çocuklar avuçluyor köfteleri. Biri anne derken birden anneanne oluyorsun.
Oğlumla kızım kapıda, güneş vuruyor yüzlerine. Oğlanın elinde bir bavul, bir de gözlerinde ateş, çatallı dilinde öfkesi çekip çıkıyor cümle kapısını, kilidin dili düşüyor yere. Toprak çekiyor içine.
Kızın uzun belikli saçları belinden aşağı inmiş, çakır gözlerinde gülümseme, pencere kenarından bir oğlan göz süzüyor, oğlanın yılan bacakları pencere pervazına süzülürken, kızımın gözlerinin feri sönmeye başlıyor.
Kesin bacaklarımı.
Zaman zaman bir adam görüyorum. Senin kolunda cümle kapısından girip pirinçler savurup adım atıyor avludan içeri. Kucaklayıveriyor seni, gelinliğin duvağı yerlerde, yüzünde binlerce gülücük. Dudaklarınızda aşk sözcükleri, gülüştükçe bacaklarım daha da uzuyor toprağın içinde damarlarım çatallanıyor.
Bir isyan kopuyor pencereden, gelinliği savuran yaşlı bir cadı, sen karnını tutarken sızan kanları sürüyor yüzüne, o yüzüne kanları sürdükçe karnının derileri gerilip çatlıyor.
Kan kokuyordunuz, biraz is, biraz kaybedilmişlik biraz da öfke. Sen o kadınla kavga ettikçe ben siniyorum evin köşelerine.
Sen süpürüyorsun beni, köşelerden kapı önlerine. Ve geceleri süpürüldüğüm odalardan avludaki divanın köşesine kurulup aydınlanmayı öğreniyorum.
Yalnız oturuyoruz. Gece çökmüş üstümüze. Gündüzün aydınlığında çok acı birikmiş. Senle ben olamadıkça üzerine yığılmış insanlar. Sevememişiz birbirimizi.
Paralar dizilmiş masa üzerine, bir de hiç bitmeyen ev eksikleri. Anne, baba bacakları, elleri yapışmış duvarların üzerine, bir de koynuna aldığın evlatlarının kokusu sinmiş tenine. Topraktayım bacaklarım uzuyor. Damarlarım köklendi.
Her yer bomboş, çocuk sesleri çıkmış avludan, uzak diyarlardan bağırsalar da duyulmuyorlar. Avucunda bir kulp, kapıdan mı söktün, geçmişin izlerinden mi karanlığın sesinde anlamaya çalışıyorum.
Kırmızı bir bavul, gelinliğin ardından eve giren parlak yaldızlı çanta, avuçlarına sıkışmış, içinde yıllar var.
Kayıplara karışmış zamanlar. Zamanları toparlayamıyorum kucağıma, büyümüşler, içinde bir yangın, avuçlamaya çalıştıkça yakıyor tenimi. Göz yaşlarım onu dindirmek yerine beni toprağa daha çok bağlıyor.
Senin ayakların yerden kesilmiş, cümle kapısının üstünden süzülüyorsun, bacaklarına evlatlarım takılı. Çoktan terki diyar eylemiş bu evin neşeli sesleri parmak uçlarında savruluyor oradan oraya.
Gidiyorsun. Artık yapacak hiçbir şey yok.
Son kez yalnız oturuyoruz. Gece çökmüş üzerimize. Bir ömür geçip gitmiş.
Bu avlunun dilinde ben varım. Ben, benim gençliğim ve sizli zamanlar. Toprak çekiyor içine, çektikçe bedenim filizleniyor. Yapraklarımda yüzleriniz; senin, kızımın, oğlumun, görmediğim torunlarımın. Gövdemde annemle babam kabuklarıma sıvanmışlar.
Uzuyorum gökyüzüne doğru, uzadıkça diyarlar açılıyor. Gözlüyorum yapraklarımla, yoksunuz. Gittiğiniz yerleri göremiyorum. Sonbaharda sararıp düşüyor yapraklarım, savuruyorum uzaklara belki biri avuçlarınızda kalır. Bir kitap arasında kokunuzu duyarım.
Köklerim uzuyor gün geçtikçe.
Ölemiyorum.

Zeynep Pınarbaşı için her şey mektuplarla başladı. Sonra şiirler geldi. Ardından iç dökmeler… Yıllar kelimeleri kovaladı, o da peşinden gitti. Şimdi sırada öyküler var. Yazdı, yazıyor.


