Talha Karaboğa
Nasıl kurtulacağım bilmiyorum. Günlerdir ağrıyan bir yaram var. Ölsem, ruhum gidiverse gökyüzünde süzülerek, ancak diyorum o zaman geçer. Tutuyorum yaramın olduğu yeri. “Yeter artık,” diyorum. “Çok çektim senden yeter!”
Neler denemedim geçmesi için. Merhemler mi sürmedim, masaj mı yapmadım geçmesi için, bildiğim tüm sureleri okuyup oraya doğru mu üflemedim. Nafile. Ne ağrısı ne sızısı geçti.
Gün geçtikçe daha da yayıldı. Göğüs kafesimin orada kocaman bir leke gibi şimdi. Simsiyah bir leke. Sanki bir çukur. Hani düşsen içine, çıkamazsın bir daha.
Bu sabah da bakmak istedim göğüs kafesimin olduğu yere. Odamdaki aynaya doğru gittim. Pijamamı ve atletimi sıyırıp baktım. Siyah leke duruyordu. Yerinde. Ne eksik ne fazla. Ne büyümüş ne de küçülmüş. Ama bir tuhaflık vardı. Gözlerimi iyice açtım. Lekenin tam ortasında harfler peyda olmuştu. Ama tam okunmuyordu.
“Ne oluyor?” dedim. Yaraya doğru eğdim başımı.
“Ne istiyorsun?” Tam üstümü giyineyim derken yazı daha da okunur oldu. “Odaya doğru git!”
Gözlerime inanmadım. Birkaç kere açtım kapadım yeşil bilyelerimi. Ama oradaydı. Hatta daha netti bu sefer. Ünlem vardı cümlenin sonunda. Bir emir bu. Komut.
Seneler vardı girmemiştim oraya. Ne zaman yönelsem, ayaklarım refleks ile geri geri gitmeye başlardı. Kalbim sızım sızım sızlamaya. Elbet girecektim bir gün. Kırarak bütün bağlarımı. Ne kalbimin acısını düşünüp ne de ayaklarımı. Gerekirse sürünerek! Ama şimdi mi? Bugün mü? Erken değil mi daha?
Ama bak! Gör işte. Yaran da istiyor. Diyor işte sana. Vakti geldi. Gir artık oraya. Belki onun ilacı orası? Belki… Belki girsen oraya… Dinecek o göğüs kafesimdeki sızı.
Çıkıyorum odamdan. Ağır adımlar ile odaya doğru gidiyorum. Geri gitmeye çalışıyor yine ayaklarım. “Hayır!!!” diyerek haykırıyorum. Adımımı direnir gibi sert bir şekilde öne doğru uzatıyorum. Ve kapının kolunu aşağıya doğru çekiyorum.
Yavaş yavaş açılıyor kapı. Sanki başka bir aleme giriyorum. Odaya girişim ile dağılıyor içimdeki karanlık. Beş yıl önceki gibi oda. Hiç değişmemiş. Pembe duvarlar, tavanda bembeyaz bulutlar, yatağın üstünde duran türlü bebekler. Komedinde duran bir aile fotoğrafı. O elim olayın olduğu sene çekilen… Göz yaşlarım durmuyor. Fotoğrafı alıyorum. Feryat figan atıyorum kendimi yatağa. İsmini bağırarak ağlıyorum.
“Yağmur! Kızım!!”
Birkaç dakika sonra bir el okşamaya başlıyor elimi.
“Anne…”
Gözlerimi açtığımda yüzleşiyorum onunla. Aynı o günkü hali ile. Başak rengi saçları, kırmızı kurdelesi ve mavi elbisesi ile. Kapkara gözleri parıldıyor beni görmesiyle.
“Yağmur?!”
“Evet benim anne…” Eliyle gözyaşımı siliyor.
“Seni bekledim anne… Burada hep bekledim gelmeni…”
“Geldim işte… Geldim… Kızım!”
“Evet… Geldin.” diyor gülerek. “Biraz geç oldu ama geldin…” Kollarını iki yana açıyor.
İkimiz de sarılıyoruz birbirimize. Beş yılın verdiği hasretle…
“Affet…” diyorum. Kulağına doğru eğilip. “Affet kızım bizi… O kaza…”
Yağmur bana sarılmayı bırakıyor. Parmağını dudağıma doğru yaklaştırıyor. Gözünden inciler dökülmeye başlıyor.
“Sus anne… Sus… Hatırlama lütfen. Unut… Unut ki iyileş. Unut ki dinsin…” Dudağını yaramın olduğu yere doğru getiriyor ve bir öpücük konduruyor.
“Hoşça kal…”
Telefonumun çalması ile haykırarak kalkıyorum.
“Yağmur! Gitme!!”
Etrafıma bakınıyorum. Yok… Gözlerimde biriken yaşları elimle silip telefonu elime alıyorum “Okan.”
“Efendim aşkım?”
“Leyla nasılsın?”
“İyiyim hayatım…”
“Sesin öyle gelmiyor ama…”
“İyiyim iyiyim bakma sen…”
“İyi tamam… Merak ettim… Yaran nasıl oldu diye…”
“Yerindeydi… Ama dur bir daha bakayım. Seni ararım tamam?”
“Peki aşkım… Seni seviyorum.”
Telefonu kapatıyorum. Odama gidiyorum. Aynaya doğru ilerleyip yine bakıyorum yaramın olduğu yere. Şaşkın bir şekilde… Yaram kabuk bağlamış… Kızımın dudağı şeklinde bir kabuk…


