Belgin Ulutay
Lanet olsun, şu gürültü de ne? Sabah sabah. İşe yaramazlar. Bağırın durun. Yırtın kıçınızı. Bir halta yarayacak sanki… Hay ben sizin yapacağınız işe. Uyu. Offf sıçtılar uykumun içine. Şimdi uykusuz koştur, dur. İhale de var. Uyumam lazım, şu gürültüyü de bir susturabilsem… Kulak tıkacı. Kesin çözüm.
“Tanıyor muyum seni?” Evet.
Tanıyor muydum gerçekten? Hayır.
Hayır, hayır tanımıyordum. Hiç tanışmamıştık ki…
Onlar da tanımıyorlar beni, tanıdıklarını sanıyorlar ama yanılıyorlar. Kendilerini dahi tanıdıklarını sanmıyorum.
Bir şeyler yanlış gidiyor. Hiçbir şey eskisi gibi değil. Yokluğun kendisi bile garip bir şekilde aynı. Ya da belki her şey kayboldu, ben de onlarla kayboldum. Yalnızlık, damarlarımda unutulmuş bir kök gibi büyüyor, her adımda bir parçası daha içime saplanıyor, büyüdükçe biraz daha derinleşiyor. Kapılarım mühürlü, gazete kağıtlarının yırtıklarından sızan ışık bulanık. Damarlarımda bir nehir sıkışmış, akmıyor, kıpırtısız.
Kulaklarımda ince bir çınlama, sanki eski bir çan kulesinin rüzgara karşı direnen sesi. Çınlıyor. İçimde bir kalabalık kıvranıyor, ayak sesleri tavan aralarında yankılanıyor. “Çav Bella!” diye sesleniyor o kalabalıktan biri, sesi sisin içinde kayboluyor. Ellerimi koparıp fırlatıyorum sisin ötesine. Anında buzdan bir hançer gibi göğsüme saplanan bir karşı hamle geliyor. Koridorda yankılanan ayak sesleri, rüzgarın titreten uğultusu ve sarnıcın gıcırdayan menteşeleri, içimde kelimelerin yetmediği bir bulanıklık yaratıyor. Göğsümdeki ağırlık, beni derin bir kuyunun dibine çekiyor. Nefes alamıyorum. Kırmızımsı bir tat dilimde, gözlerimden ışık parçacıkları dökülüyor, kelime kelime eriyor.
Odalarımı rengarenk ciltli kitaplardan yapılmış abajurlar süslüyor artık. Soğuk, beyaz ışıklı. Sivri sinekler, her yanı sararak süzülen bir sis gibi etrafımı sarıyor. İlmek ilmek örülen ağların müsebbibiydi, terazinin başındaki usta, yontmaya çalıştıkça köşelerim keskinleşiyor ve alkarasına bulanıyor tüm gerçek. Elindeki keskiden fırlayan kıymıklar, dört bir yana dağılıyor, en çok da ustaya batıyor. Tozdan yaşaran gözlerini bile silemiyor, yanındakiler bir cerrah edasıyla anlını silerlerken usta ellerine batan kıymıklardan kurtulmaya çalışıyor. Batmıştı bir kere, kanatmadan çıkmayacaktı o kıymık. Duvarlarda titrek gölgeler uyutmuyor, “kapatma gözlerini” diyorlar.
Kapının tokmağından gelen o gülle sesiyle, bir an her şey durdu. Sanki dünya bir anlık boşluğa savruldu, sesin yankısı pencerelerde ve oda duvarlarında titredi. İrkildim. Köpeğim Bella da korkuyla havladı. Ağır aksak merdivenlerden indim, kapıyı açtım. Karşımda beklenmeyen konuk. Açmasam da kapıyı içeri dalmak gibi bir huyu vardı artık, biliyordum. Açtım. Tanımadığım insanlar ama onlar belli ki beni tanıyorlar. Konuşuyorum, sesim çıkmıyor ya da onlar duymuyor. İçlerinden biri abajurun düğmesine bastı, kitap açıldı, sivri sinekler kaçıştı, her yer bembeyaz toz… Büyük bir kibarlıkla, belli belirsiz bir tonda, “Burada bekle,” dedi öteki. Bekledim.
Beklemeye alışkınım. Hayatta en iyi yaptığım şey bu zaten, beklemek. Bekleyip durmak, beklerken yaşlanmak. Zamanın nasıl bir ağırlıkla geçebileceğini bilirim. Her şey durur, sadece beklemek kalır. Ayakta duruyorum. Bu garip bir denge. Ayakta durmak, bir insanın kendini hala güçlü sandığının en naif kanıtı belki de.
Pencereme yöneldiler. Sonra bir bir topladılar pencerelerimden gazete kağıtlarını. Onlar da yasaklılar listesine alınmış. Pencereme siyah, kapkara bir kumaş gerdiler. Yere düşürdükleri bir gazete parçasında yazan o cümleye takıldı gözüm: “İnsanoğluna hapis kararı.” Çok şaşırmadım ama sordum. “Neden hapsedildi?” “Konuşamayız, gizli. Her yerde gösteriler var sokağa çıkma, yasak,” dediler. Yasak. Bir kelime, ancak o kadar çok anlam taşıyor ki… Kim yasakladı? Neden? Kimin için yasaklandı? Sormadım. Sadece, “Köpeğim var. Doğal hakkı, gezdirmem lazım,” dedim. “Al şu kağıtları, ser yere, ona pisletsin it,” dediler, gazeteleri elime sıkıştırıp gittiler. Her zamanki gibi öylece baktım. Kabus görüyor olmalıydım ya da kötü bir şaka. Hayır, şaka değildi. Bir an düşündüm: Bunu daha önce yaşamış mıydım? Yoksa okudum mu? Bilemedim. Gazeteler üzerinde tarihi geçmiş haberler. Yarın yenileriyle değişecek. Bugün manşet olanlar, yarın tarih olacak. Yapacak bir şey yok. İhaleye geç kalacağım. Hızla hazırlanmalıyım.
Geçtim aynamın karşısına kızıl saçlarımı taradım. Yüzüm, sol elim ve bedenim yok. Peki kim yazıyor?
Bu soruyu soruyorsan adalet çoktan ülkem Mennanna’da bir kadın ismi olmuş demektir.
Kırılsın aynalar.

Belgin Ulutay, 20 yılı aşkın süredir çeşitli sektörlerde orta düzey yönetici olarak görev yaptı. Yazmaya ve seslendirmeye şiir ile başladı, çeşitli eğitimlerin ardından edebiyat yolculuğunu öyküler ile devam ettiriyor. Tiyatro, seslendirme, kitaplar, seyahatler ve yazı ile kendine bir dünya kuran Ulutay’ın iki kollektif kitapta öyküleri yayımlanmıştır.