Kenan Doğru
Çabanın, görünmeyen eylemlerimizde, yani zihinlerimizde gece gündüz bir gebelik süreci yaşaması, sonra da bu evrene; en yalın haliyle bir çocuk getirmek… “Olmayanın” çocuk ruhu. Neler saçmalıyorsun sen demeyin, önce bu konuda anlaşalım. Çünkü daha neler diyeceğim, neler. N’olur katlanın. Sanatın sahtesi olamaz!
Yazının icadından önce insanlar daha dürüstlerdi. Belki de birbirilerinin gözlerinin içine derin bakmayı bilmiyorlardı. Ama yabancılaşmayla gelen bir tsunami sonrası, bırak birbirinin gözlerini çıkarmak, aynadaki yansıyanın kim olduğunu bile kimse bilmiyor artık.
Bir devenin çölü aşarken susuzluktan ölmemek için hörgücüne suyu doldurması gibi, insanlar dertleri gömdüler yüreklerine yüzyıllardır.
İşte böylece ben de diyebilirim ki çok susuzluk çektim sana gelene kadar. Yetmedi dertlerim, tükendiler tepeye çıktığımda. Başım döndü gördüklerimden, o zaman Ciora’nın zehirli şarabından içtim, gülerek göz yaşlarımı saklamak için.
Makar Devuşkin ile Varvara Dobroselova arasında geçen yalnızlıkta o kadar buldum ki kendimi, az kalsın ortalarındaki Dostoyevski’yi görmeyip üzerine basıyordum çamura batmış ayaklarımla.
Bu sakarlığa dayanamayıp, vardığım zirveden bıraktım kendimi aşağılara. Bir baktım birisi sesleniyor derinlerden.
“Boşuna gelme, yine tırmanacaksın o tepeyi!”
Bu Albert’ti. Yalan söylemiyorum, gerçekten o idi! Ama çok geçti artık! Ayak bastım böylece irrasyonalizmin toprağına. Gördüklerimden hayretler içinde kaldım. Mideme kramplar girdi. Tekrar cesaret bulamadım tırmanmaya, mecalim de kalmamıştı ya gerçi. Tam ölmek üzereyken, pos bıyıklı manyak bir mağara adamı çıktı karşıma.
“Önünden çekil!” diye haykırdı kulağıma.
O kadar içten demişti ki, ilk kez oturdum kendim için ağladım ölüm vadisinin ortasında. Geriye akıtacak bir damla su kalmadığında, kafamı kaldırıp, geldiğim yere doğru baktım. Yukarılardan, tepelerden bir ses geliyordu, alaca karanlıkta iyi seçemiyordu gözlerim: uluyan bir kurttu sanki gördüğüm. Sanki o da gitmek istiyordu bir yerlere, ormanda izini kaybettirmek sahiplerine. Gözlerim aşağıların karanlığına iyice alışınca, sonra anladım ki… Sanki… Sanki o hayvan, vahşetin çağırısını duymuş, kanı özgürlüğe susamış bir köpekti, kurttan çok.
“Gel” dedi biri karanlığın içinden, elimden tuttu o ara. “Bu ormanda ne hikayeler vardı, Adem’den önce bir bilsen…”
Dönüp yüzüne baktım. Yorgun bir denizciydi. Hemen şapkasından tanıdım onu. Doğruca ardından ormana daldım, tekrar o dağın tepesine tırmanmak için. Yolda ağaçlar kulağıma neler fısıldadılar neler… Giordano Bruno’yla Kadim Pythagoras yakılırken, ikisi de acı çekmemiş, yüreklerine çöken hüzün uyuşturmuş tüm sinirlerini. Sokrates, azap zehrini dikerken kafasına, cennet bahçesinde son kadehini kaldırmış meğer. Daha neler neler…
Duyduklarımı tutamadım içimde, kulaklarım kusmayı bilmediği için kelimelere sarıldı dilim. Durmadan konuşup, parmaklarımı yorup durdular. Uçları nasır tutmuşlardı artık. Bir sürü şey yazdım böylece. Çoğunu kendime.
Yazarın en absürt olanı, bir fizikçi gibi hayal dünyası pek anlaşılmayan türden olanı olsa gerek. Bir atomun etrafında elektronların döndüğü bilirler ama elleriyle tutup gösteremezler.
Bende onlar gibi görünmeyeni düşünüp durdum hep, sonra da yazdım ama gösteremedim içindeki kahramanları. Ne fark eder ki gerçekti gördüklerim, oradalardı. Mutlu mutsuz bir kötümser, karamsar olabilir mi sence? İçlerinden birkaçını yayınladım. Bu küçük şeyler bile benim için oldukça büyük bir adımdı.
“Han Duvarları”nı yazdım mesela. Han varlığımız, Hancı da ona can veren kış uykusuna yatmış bir kalpti. Öyle anlaşılmadı gerçi, öyle olduğu. Çünkü kimseler bilmiyordu, kalplerinin soğuk bir cehennemde yandığını. Onu terk ettiklerinden bile haberleri yoktu. Ya da “Diyar” adlı başka bir öykümde başka bir şey anlatmaya çalıştım. Okuyan bir tanıdık, hikâyenin sonunda adamı yakıyorlar dedi, falan filan. Başka birisi “iyiler, erken ölür” dedi. Oysaki “iyi,” yaptığı “iyilik,” karşısında yanlışlarının kefaretini kendi canıyla öder, kötüler gibi başkalarını da yanında götürmez demek istemiştim.
Ya da “Kırlangıçlar”ı yazdım. Bir apartmanda geçen bir cinayeti anlatıyordu. “Polisiye mi yazıyorsun?” dediler, bir şey diyemedim. Çünkü ne bir apartman vardı ne de bir cinayet. Aslında vardı ama yoktu. “Sapien Hislerim” adlı ezoterik aforizmalardan oluşan bir kitap yazdım, içimde daha önce karşılaşmadığım birine. Arkaik bir yabancının ayaklarının bastığı yerlerde gezinirken, cennetten kovulup, karakışın ortasında buldum kendimi o sıralar.
İşte böyle; karanlık, beyaz bir ormandan geçip geldim sana. Beni biraz anlamadıysak beraber, emin ol ki sen, anlaşmışızdır seninle zihninin ötelerinde bir yerlerde. Şimdi izninle “Küçük Büyük,” bir hikaye anlatacağım sana.
Tuhaftır o bazen, hem de ne tuhaf! Bu söylemimin bayağılığında gizlenmiş bir sırrın tuhaflığı gibi, hemen vermez sırrını sana. Ona sarılmak için görmek, işitmek için dinlemek, varmak için yolun sonuna gitmeden varlığı kalbinde hissetmen gerek. Zira, yürümekle de bitmez bu yol; tüm zahmetlerinin ödülü, aynı zamanda ıstırapların olan, bir kapı gıcırtısıdır bir ömür boyu duyup duyacağın. O da arkanı dönüp bakmaya bile yeltenmeden, çoktan kapanır üzerine.
Görünmez kapıların, aşılmaz sınırların ardındadır o tuhaflık. Bitmeyen bir yolun sonunda, ardı haninin ırağında. Ama yine de bilmezler onun sırrını, galaksiler kadar uzak olanın aynı zamanda yanı başındaki varlığını. O varlık ki kendi oluşunu, yokluktan ödünç aldığını.
Sayfaların arasında arama onu! Yaşamın kıyısında dolaşırken, rüzgâra kapılıp dalgalara savrulman, ona ulaşmak için kanatlanman gerek.
Tüm bilgeler yalan mı söylediler yoksa? Sadece etrafına bak: İçe bakan mahvolmuş, dışa bakan harap. Yine de o tuhaf şeydir seni yaşatan, o sıradan hayatın içinde arada bir seni yoklayan evrenin o tuhaf göz kırpışları. O tuhaflıktır ki kızgın kumulların içinden baş veren dikenli bir kaktüs misali okur sana şiirini:
“Şu göz yaşlarım olmasaydı,
Bir dirhem suyu kim verirdi bana?
Kim!”
Kendi karanlıklarında önlerini görsünler diye, onun boşluğu sana ışığı getirmedi mi, bizden hiçbir karşılık beklemeden? Bayatlamış ruhların maya tutmayan sahte dünyasında, hep aradığın şey değil miydi o? Biliyorum. Kaybettin onu aralarında; olmak için olmayana yüzünü döndün. Boşluk! Sırf yıldızlara uzanıp, dokunamadılar diye onu da inkâr ettiler, senin aradığın o minik tuhaflığı. Küflenmiş bir varoluşun içinde nefes alamaya çalışırken, mantar gibi türeyen sıradanlığın içinde, sırf bir gizem uğruna harcamak kendini… Dedim ya tuhaf, hem de ne tuhaf. Tüm çabaların mükafatı: Kızgın çölde kavrulurken -ya da ölürken! – birkaç damla su.
Biliyorum! Aralarına karıştığında göremiyorsun onu, çünkü; onlar gözlerini akbabalara bağışladıkları için, seninkileri de aldılar senden. Sırf duyamıyorlar diye, kulağının dibinde kıyametin borazanını çaldılar! Yine de nefret edemedin; o küçük tuhaflık bir gün geri dönerse, ona yüreğinde yer kalmaz diye.
Sakatlanıp, bu aleme nasıl düştüysen, hep geri gitmek istedin yükseklere. Ama artık bir “a’mâ”sın sen. Her tırmanışında, tepelerden inmenin daha ölümcül olmasının kefaretini kırılıp parçalarına ayrılan, sonsuzluğa batan kemiklerinle ödedin. Delik deşik olan zihninin duvarlarından atlarken, etlerin çoktan sıyrılmıştı kemiklerinden. Sıradanlığın kemirdiği varoluş. İki’den Bir olmak için, yok olarak var olmayı umut ettin her acınası ânında.
Her şeyini almışlardı. Zamanın bir yerinde, hiçbir şeyin yoktu artık; zavallı duyguların bile. Çırılçıplak, içgüdülerinle baş başa kaldın, onlara bile düşman kesildiler. Ölümden kaçarken yakalandın; karanlık bir odada, cehennemin dikenlerinin etlerini parçaladığı hırçın bir boğa gibi karşında duruyordu Tantalos, hem de kaç kere. Ne tuhaf değil mi? Azgın bir katilden kaçarken, yaşamın hastalıklı rahminde var olmak istemek…
Tuzaklara yakalandın onlarca kez, ölümü, karanlıklar labirentinde atlatmaya çalışırken. Onu bulup tekrar kavuşmak için ellerinle toprağı eşeleyip, ayak parmaklarınla bile düşündün. Hepsi, hepsi bir damlası içini dolduran küçük bir tuhaflığı kanatlarından yakalayıp, kalbinin o gizli cebine tekrar saklamak içindi.
Hatalar yaptın birçok kez, hem de çok büyük hatalar. Cehennemin ateşinden yapılmış bir kılıcın keskinliğine meydan okudun. Dışarıdakilerin ayaklarına geçirilen zincir halkalarının en zayıf olanına, dostluklara tutundun canın yandığında; biraz daha alçaktan düşmek için. Ne tuhaf değil mi? Çünkü hataların toplamıydı, doğruların.
Kendilerini sana düşman seçenler sevinmişlerdi, akbabalar gözlerini çaldığında. Ve kulakların sağır olduğunda bayram etmişlerdi. Ama yine de buldun onu. Ve şimdi, artık korkmuyorsun. Sonunda, ikimiz de aynı şeyi mi öğrendik yoksa? Çünkü bulduğun o “küçük büyük,” tuhaflık kalbinin gizli cebinden sana fısıldıyor ritmiyle: “Sen daha görmeden yaşam suyunu tattı gözlerin; ruhun, o tiksinç kelimelerle kirlenirken duyduğunda sağır olmuştuk biz…”

Kenan Doğru, Ardahan’da doğdu. İstanbul’da yaşıyor. Uluslararası bir firmada yönetici olarak çalışmakla birlikte, küçük yaşta tutku edindiği yazı alanında üretmeye devam ediyor. “Sapien Hislerim” adlı deneme aforizmalar kitabının yazarı olan Doğru’nun çeşitli mecralarda yayımlanmış pekçok öyküsü bulunuyor. Mühendislik eğitiminin ardından yüksek lisansını tamamlayan Doğru, şimdilerde İstanbul Üniversitesi “Felsefe” bölümünde eğitimine devam ediyor. Aynı zamanda ilk romanı ile okurlarıyla buluşmaya hazırlanıyor.