Melek Toksoy
Evlat edinilmiş çocuklar da köklerini ararlar. Özellikle yuvalarından alınıp bir daha dönmemecesine götürülmüşlerse. Bu, gerçeği karanlığa gömüp bambaşka diyarlara taşınan diğer bir değişle kaçarcasına giden ailelerde daha çok gelişen bir durumdur. Çocuk bir nevi göç ettirilmiştir ve gerçek saklanacaktır.
Bizim buralarda onlarca yıl önce; memur olarak gelen, çocukları olmayan aileler; devrin şehirle köy arasındaki derin uçurumunun kattığı imkansızlıkları da hesaba katarsak, çok çocuklu ailelerden evlât alıp götürülen pek çok örnekler vardır. İnsan doğası, biyolojisi, ne kadar saklanırsa saklansın o gerçeği hisseder. Şayet yeni aile donanımlı ise, çocuğun hissetmesiyle, bunu dile getirmesine izin verir ve gerekli açıklamayı kabulleneceği şekle sokarak anlatır. Ya da zaten kendileri zamanı gelince anlatacaklardır. Her iki durumda evlâtlarının merak edeceği köklerini araştırmasına eşlik ederler. Ama herkes öyle değildir. Kimisi bir ömür konuşmaz -konuşulmasına izin vermez- Çocuğun karşısında sessizce oturur, ısrarla susarlar.
O evlâtlar ise her durumda, vakti gelince bir dedektif gibi gerçeğini yani merak ettiği köklerinin izine düşer. Çünkü gerçek devasa boyuttadır, korkutur ama onu yok sayamaz. Bu gerçek tamamen saklanmış da diyemeyiz, zira zamanında kulağına üflenen ninnilerin kokularla sarıldığı rüyalarında saklanmış ara ara kendini hissettirmiş olabilir.
Bahadır’ın hikayesinde olduğu gibi. Şöyle ki; Bostanın ortasında çelimsiz bir çocuk, ayakları çıplak, kapısından ona doğru yürüyen kocaman bir dana! Gözleri korkudan yüzünü kaplayan çocuğun bağırma sesi gökyüzüne yankılanır. O gün Bahadır yine ter içinde uyandı. Bu rüyayı arada görüyor ama çocuğun yüzünü seçemiyordu. Annesi tam kahvaltıya çağırıyordu ki oğlunun perişan halini fark etti:
“Oğlum, ne oldu yavrum?”
“Ara ara hep aynı rüyayı görüyorum, kabus desem daha doğru olur” Lafını bitirmişti ki, annesinin alnını silmesine güldü.
“Anne ya, koca adam oldum, bırak şu bebek muamelesini lütfen!”
“Anlatsana, ne rüyası bu böyle seni terle uyandırıyor?” Anlattı Bahadır. Annesi ağzı açık endişeli bakışlarla süzdü oğlunu. Düşünceliydi:
“Allah Allah, bu bana bir ninniyi hatırlattı. Ama sana hiç fısıldamadığım bir ninni,”
diye mırıldandı.
“Çık annem sen, geliyorum kahvaltıya.”
Bahadır, X şehrinde kalburüstü bir ailenin tek çocuğu olarak dünyaya geldiğini sanıyordu. Ailesinden yeterli sevgi ve güven duygusu alarak büyümüş, iyi eğitim almış bir gençti. Gençlik çağına yaklaştıkça fiziken kendinin aile ve akrabalarından farklı olduğunu gözlemledi. Kızıl saçları, uzun burnu ile aile içinde kimseye benzemiyordu. Beden dili de öyleydi. Yani yürüyüşü jest ve mimikleri. Bunları dile getirdiğinde; soy yedi göbek geriden de çeker, deseler de aile içi kaçamak bakışlar, sus işaretleri dikkatini çekti. Geçen yıllar içinde, her konu açılışında sahnelerin benzer olması onu şaşırtıyordu. Asıl dikkatini çeken ise üç yaşına kadar bebeklik fotoğrafları yoktu. Aldığı cevapların, birbirlerine bakarak onaylanma halinde bakışlarla olması da cabası. Nitekim bu gün yine sormak istedi yataktan kalktı, giyindi. Kahvaltı Sofrasında anne babasına, “Bebeklik fotoğraflarım bir tayin seyahati esnasında kayboldu demiştiniz. Nereden nereye taşınıyordunuz, hiç demiyorsunuz?” dedi. Annesinin bastırdığı aynı huzursuzluğunu fark
edince:
“Nasıl hatırlamıyorsunuz, bunu bilmek istiyorum!”
Annesi bir şehir adı geveledi. Bahadır uzatmadı. Ekmeğine yağ sürdü, dalgın ısırdı. Bir süre sonra kahvaltı bitmiş, arka arkaya odalarına gitmişti anne babası. Şüphelendi, kalktı Bahadır da oda kapısının ardındaydı şimdi, kulağını dayadı!
“Bu çocuk rahat durmayacak, anlatsak mı Selma?”
“Hayır, hayır, o benim çocuğum, hepimiz alt üst oluruz.”
“Selma önce sarsılır hatta hepimiz sarsılırız ama ne olacak ki; atlatır nasıl olsa”
“Nasıl emin olabilirsin! Kafası karışacak, onları bulmaya kalkacak, üstüne gireceği bunalımdan çıkamayacak. Onu nasıl onarırız!”
“Onarırız be Selma!”
Bahadır’ı şimşek ve ateş sardı, iç dünyası, merakı sonucunda birden alt üst oldu, ailesi ile ilk yüzleşmesi kapı ardında başlamıştı. Uzunca bir süre kıpırdayamadı. Derin bir nefes aldı, ve o kapıyı açtı, içeri girdi Bahadır. Aile teslim oldu. Bir aşk evliliği, geniş bir ailede çocuksuz olacaklarının ağırlığı sebepleriyle, memuriyetlerindeyken bir köyden almışlardı Bahadır’ı ve asla söylemek istemediler, nereden. Sebepleri çocuklarını paylaşmak istememeleri ya da alışkanlığa dönmüş kabullenişleriyle, olası kaosta hep beraber boğulacakları korkusuydu muhakkak.
“Annem, izin ver araştırayım. Görmüyor musun alt üst oldum. Bana yalan bir hayat sundunuz.”
“Hayır, sana sevgimizle bir hayat sunduk. Senin biyolojik aile geçmişin başka dünyada filizlendi, ama o filiz yani sen bizimle köklendin ve biz bu kökü besledik. Sen de bunu görmelisin.”
“O kökleri, geldiğim atalarımı bulmalıyım. Bu benim hakkım. Bunu tartışmayın bile!
Söz konusu evlât ya da o insan başlarda yaşadığı ilk şoktan sonra hâliyle; kendi gerçeği ile tanışmak, genetik faktörlerini keşfetmek, öz akrabalık kavramının kendisinde uyandıracağı duyguları gözlemek, öz benliğinin inşasında hangi tarafın ağır bastığını bilmeyi ister. Geleceğine devam ederken geçmişinden olmuşsa izlerini keşfetmek ve ilerlemek ister. Bu aşamada aslında yeni bir göçe yürümeye başlamıştır artık. Fiziken araştıracağı yollarda karşılaşacağı sessiz veya gürültülü tanışmalarda, içsel yolculuğu da ona eşlik edecektir. İçine sığmayan bu gerçekle savaş çoktan başlamıştır. Konforu bozulmuştur. Bu yolculuğunu kendi lehine beslerse, “Aşmak” denilen eşiğe ulaşacaktır. Diğer bir değişle hayat öğretisidir karşısındaki. Hayatında biri çocukken ya da bebekken başlatılan göç yolculuğu, şimdi kendi seçimi ve iradesiyle tekrar başlayacaktır.
Bahadır küçük bir çanta ile yola çıktı, araştırmaları neticesinde atalarının bölgesine geldi. Küçük bir köy. Anlatılanların aksine artık devir değişmiş, ulaşım rahat, her yerde marketler. Adresi kolayca buldu, çitle çevrelenmiş koca bir arazi, ortada kocaman bir ev, önünde beş – altı kişi toplanmış çay içen bir topluluğa selam verdi. Kendini tanıttı. Toplulukta kısa bir sessizlik oldu önce. Ardından birbirlerine bakışmalar ve içlerinden biri:
“La arkadaş kardeşimiz bu!” diyerek ayağa zıpladı.
“Aaaa” dedi şaşkınlık içindeki diğerleri de. Herkes kalktı, sarıldı, yer gösterdiler. Ardı ardına sorular geldi, hikayenin başladığı dönemden konuştular, ağladılar, duyduklarını anlattılar. Zaten hepsi çocuk veya yeni yetme olduğundan konuya hakim değildirler, savundular kendilerini. Bahadır dinledi, içindeki fırtınayı bastırdı. Çaylar bisküviler ardı ardına geldi. Yutkunurak sordu:
“Babanız, anneniz nerede?” Gösterdiler. Büyük evin yanında, üstü kiremit çatı, iki göz oda, birinin girişinde, esmer uzun boylu yaşlı bir adam eşikte durmuş, bir eli kapı pervazına dayanmış, diğer eli kalbinde, onlara bakıyordu. Kalktı, ilerledi karşısında durdu adamın. Adam başını salladı ama konuşmadı.
“Söyleyecek bir şeyiniz yok mu?” Kalbi yerinden adamın suratına fırlayacaktı, derin
bir nefes aldı.
“Hoş geldin oğlum… Koca adam olmuşsun” Bahadır karmakarışıktı. Bu karşılaşmada ne hissedeceğini, ne hissetmesi gerektiğini kestiremiyordu, kendini duyamıyordu. Bir tiyatro sahnesinde doğaçlama bir oyuna sürüklenmiş gibiydi.
“Neden? Bu kadar nüfusa tabak mı kalmadı?”
“ O vakit doğru buydu, onu yaptık evlât. Bir çocuğumuz fakirlikten kurtulsun
istedik.”
“Peki neden ben? Neden hiç aramadınız?”
“Seni onlar seçti… ‘Bir insanın iki evi olmaz’ dediler, biz de inandık, sustuk!” Bahadır başını belli belirsiz iki yana salladı, döndü diğerlerini işaret etti:
“Onlar peki? Kaldılar burada, kötü mü oldu?”
“Şimdiye bakarsan, hayır.” Uzunca bir süre konuşmaları sessiz sürdü. Adam Bahadır’a bakıyordu, Bahadır boşluğa. Adamın yere ağırlığınca yapışmış ayakları titriyordu, tam bir şey diyecekti ki, bir kadın seslendi:
“Gel ablam yan kapıda anam seni bekliyor. Yürüyemiyor, kireçlenmesi çok arttı.” Kulaklarında “Ablam” sesi çınlarken başını kaldırdı, adamın gözlerinin ta içine baktı. Adam ağırlaştı, boynunu büktü. Bahadır döndü yan tarafa takip etti kadını. Yerde oturan beli bükük yemenili bir kadın.
“Hoş geldin oğul, yaklaş bakem, ay anammm…”
Gözyaşlarına boğuldu kadın eğilen bu genç adama sarıldı, kokladı. Bahadır da kadını kokladı, tanıdık bir koku aradı kadının boynunda. Ben buncazı doğurdum da ellere verdim, hey maşallah kocaman olmuş, diye kadın bakıp bakıp sarılıyordu. Bir süre elele tutuştular. Kadın devamlı; ne diyem oğulcum oldu gitti işte, ‘çocuk bölünmesin’ dediler, diyor yemenisinin ucuyla gözlerini siliyordu. Epey sonra müsaade istedi kadından, olur anam tabii tabii, dedi kadıncağız. Eğilerek çıktığı bu kapıdan geri döndü, el salladı ardından katıla katıla ağlayan kadına.
İlk meclise doğru yürüdü. Bu meclis, O’nu biliyordu ve hep beraberlermiş yıllar araya girmemiş gibi karşılamıştı. Köklerine ulaşmış Bahadır için ise durum bu kadar kolay ve anlaşılır değildi. Onların baştan bildiği bir gerçek genç adam için çok yeniydi. Bir iki kişi Bahadır’ın şanslı olduğunu söyledi. Genç adam kendi duygularını bastırdı, düşüncelerini erteledi, nezaketle onları anlamakla geçirdi kalan sohbetlerini.
Bu içinde ve dışında dolanan göç yolculuğu çetindi. Tüm benliği çoktan şaha kalkmış, denizlere dağlara haykırarak, ağlayarak çıkmıştı bu yola. Doğru, yanlış nedir diye sorgulamaların hafif kalacağı keşiflerde karşısına; küçüklü büyüklü ulaşılması zor mağaralar, çıplak dağlar, ruhunu kanatan dikenli bitki örtüleri, dışardan heyecanla karşılayan ama ruhlarına ulaşamayacağı insanlarla karşılaşabilirdi. Peki onlar? Bahadır’ın ne yaşadığını anlayabilecekler miydi? Yolun başında sorduğu soruların içindeydi şimdi. Başka bir soyadı, bir anne-babası yani hazır sistemli bir hayatı olan biri olarak aralarındaydı… O dakikalarda ertelediği sorgulamalarıydı bunlar…
Artık onu yeni bir dönüm noktasına getirmişti yolculuğu. Kırılma. Geçmişte içinde adlandıramadığı bir boşluk vardı Bahadır’ın ve şimdi bu kırılma ile o boşluk tamamlanabilecek miydi? Ya taşları yerine oturtacaktı, ruhu yükselecekti ya da darmaduman olup bir ömür tepinecekti.
Her iki sonuç da böylesi bir göçün bir insan evlâdı üzerinde, karşılıklı ailelerde, kendi içlerinde özel, ne çok sonuçları olduğunu tahmin etmek zor değildir elbette. Söz konusu evlât yani insan; ilk aşamalarda ki şoklardan bir süre sonra; sakinleşir, kendisiyle baş başa kalır, geceler boyu voltalar atarak içinde patlayan her duyguya izin verirse, yani yaşaması gerekeni yaşarsa görecektir ki; o taşlar oturacak, oturtulamayanlar kabul edilecek; nihayetinde o kadar mağaralar tepeler farklılıklar, şu bu derken, bu sınavdan çıktığında belki şunu da anlayacaktır ki; kendisi aynıdır sadece hayata bakışı bir boyut atlamıştır, mesleği aynıdır, toplum içindeki kimliği de aynıdır. Zaten büyüdüğü toplum içinde rol kesenler muhakkak vardır ki onlar da aynıdır. Ve “hayat bu” der kaldığı yerden devam eder.
Bahadır da öyle yaptı. Herkesle vedalaştı, iletişim numaraları alındı. Uzak bir yerde haftalarca kendini dinledi. Bir sabah kuş cıvıltısıyla uyandı, yatakta bir süre oturdu, ellerine düşmüş damlaları sildi, giyindi, eşikten adımını attı, evine yola çıktı.
Kökleri nerede başlamışsa başlamış, o ağaçtan bir filiz başka yerde köklenmişti…

Melek Toksoy, Antalya doğumlu. Ege Üniversitesi Fen Fakültesi’nde okudu. Turizm ve otelcilik alanından emekli oldu. Yaratıcı yazarlık atölyelerine katıldı; insanlar, hayvanlar, doğa her daim ilgisini çektiğinden, sandığından günlük ve karamalarını çıkartarak yazın hayatına başladı. Beş kolektif kitapta öyküleri yer aldı, çeşitli dergilerde yazıları yayımlandı.


