-Mitlerin belleğinden geleceğe varoluş sorgusu–
Tuba Ayşe Özgür
Sen hiç kendi varlığını sorguladın mı? Bütün bunların bir anlamı var mı diye düşündün mü? Eğer bu sorular zihninde yankılanıyorsa, yalnız değilsin. İnsanlık, var olduğu günden bu yana kendi varoluşunun anlamını aradı ve bu arayışı mitlerle bezedi. Mitleri, yalnızca geçmişin masalsı anlatıları yerine; geçmişten, insanın kolektif belleğinden süzülerek bugüne taşınan, varoluşsal kaygılarımızın yankılandığı aynalar olarak görsek desem seni şaşırtır mıyım? Öyleyse birlikte ilerleyelim…
İlk insan topluluklarına baktığımızda, avcı-toplayıcı yaşam biçimleriyle şekillenen ilkel toplumların, doğa ile kurduğu kutsal bağın mitolojik temellerini görmek mümkündür. Bu toplumlar, çevrelerindeki her unsurda – rüzgarın, yağmurun, hayvanların ve bitkilerin – ilahi bir düzen ve anlam aramış, yaşamın her anını kutsal ritüellerle, törenlerle ifade etmişlerdir. Bu doğrultudan yola çıkarak doğanın döngüsü, mevsimlerin değişimi ve yaşamın kendisi onlar için yalnızca biyolojik süreçler değil, aynı zamanda varoluşun derin sırlarını barındıran semboller haline gelmemiş midir?
Bir düşünün, Prometheus’un ateşi çalması basit bir başkaldırı mıydı, yoksa insanın kendi kaderini eline alma çabasının mitolojik bir tezahürü müydü?
Prometheus, tanrılara karşı gelerek insanlığa bilginin ve aydınlanmanın yolunu açtı ama bu bedelsiz olmadı, sonsuz bir cezaya mahkûm edildi. İlk insanların da doğayı evrensel bir güç olarak algılaması, onların bilinmeyene duyduğu hayranlık ve korkunun bir yansıması gibiydi. Peki, biz Prometheus’un kaderinden ne öğrendik? Bilgi ve özgürlük bedel ister mi? Bugün teknolojiyi, yapay zekâyı, genetik mühendisliğini geliştirirken de aynı Prometheus’un izinden mi gidiyoruz? Belki de insan, ateşi çaldığı günden beri kendi zincirlerini dövüyor.
Ya Sisifos’a ne dersiniz? Sonsuz bir döngüde aynı kayayı tepeye taşımak, her defasında başa dönmek… Bu mit, yalnızca bir lanet değil, insanın varoluşsal sıkışmışlığının da ifadesi. Avcı-toplayıcı topluluklarda, yaşamın her gün tekrar eden döngüsü – avlanmanın, toplamanın, mevsimlerin dönüşümünün – doğanın kaçınılmaz döngüsü olarak kabul edilirdi.
Siz de bazen Sisifos gibi hissetmiyor musunuz? Sürekli çalışıp, çabalayıp, aynı döngü içinde savrulduğunuzu düşündüğünüz anlar olmuyor mu? Albert Camus’nün dediği gibi, Sisifos’un mutlu olduğunu hayal edebilir miyiz? Belki de asıl mesele, anlamsız görünen bu çabanın içinde bir anlam yaratabilmekte yatıyor.
Ve Odin… Bilgelik için tek gözünü feda eden tanrı. Peki ya sen? Bilgi ve hakikat uğruna nelerden vazgeçmeye hazırsın? İlk insan toplulukları, doğaüstüyle iç içe yaşayan topluluklar, evrenin sırlarını anlamak için ritüellere, şamanlara ve kutsal ayinlere sığındılar. Odin’in bilgeliği, kendi içimize döndüğümüzde, hakikatle yüzleştiğimizde bize miras kalacak mı? Ya da belki de bu miras, modern dünyanın dijital çalkantıları arasında kaybolmuş bir ilham kaynağı olmayacak mı?
Tarih boyunca mitler, toplumların hafızasında yalnızca geçmişi anlatan efsaneler olarak değil, aynı zamanda insanın içsel yolculuğunun işaret taşları olarak da var olmuştur. Bütün toplumların köklerinde benzer mitler yatar. Prometheus’un ateşi, Nart mitolojisindeki Sosruko’nun ateşiyle; Sisifos’un döngüsü, Hinduizm’de Samsara ile; Odin’in bilgelik için verdiği göz ise, Şaman geleneklerindeki ruhsal aydınlanmayla yankılanır. İlkel toplumlarda ise doğanın kendisi, her şeyin özünde bulunan kutsallık, insanın evrenle bütünleşmesinin en somut örneğidir.
Mitler, farklı dillerde anlatılan ama hep aynı soruları soran bir hikaye ile sorgular. İnsan neden var? Nereden geldi? Nereye gidiyor?
Bu soruların peşinde ilerlerken, Gılgamış Destanı’na da göz atalım. Ölümsüzlük arayışıyla yollara düşen bir kral… Ancak sonunda öğrendiği şey: İnsan ölümsüz değildir; ancak yaptığı işler, bıraktığı izler ölümsüz olabilir.
İlk insanların ritüellerinde, doğayla uyum içinde yaşamlarının ve ölümsüzlüğe dair umutlarının izlerini görmek mümkündü. Bugün biz de benzer bir arayış içinde değil miyiz? Bilimi, sanatı, edebiyatı bu kadar tutkuyla kovalarken aslında neyin peşindeyiz? Ölümsüzlüğün mü, yoksa anlamın mı?
Aynı şekilde, Orpheus’un hikâyesi… Sevdiği kadını ölümden geri getirmek için yer altına inen ve tam kurtaracakken bir anlık tereddütle onu kaybeden bir âşık. Orpheus’un trajedisi, insanın kendi içsel çatışmalarının da bir yansımasıdır. Biz de çoğu zaman hayatımızdaki en önemli anlarda bir anlık şüpheye düşüp kayıplar yaşamıyor muyuz?
Bu noktada, Erich Fromm’un kimlik kuramına da değinmek gerekiyor. Fromm, modern toplumun birey üzerinde yarattığı yabancılaşma ve kimlik krizi üzerine yoğunlaşır. Ona göre, gerçek kimlik, yalnızca toplumsal rollere indirgenmemeli. İnsan, özgün varoluşunun ve içsel benliğinin farkında olmalıdır. Fromm’un “Sevme Sanatı”nda ve “Özgürlükten Kaçış”ında belirttiği gibi, insan ancak kendini derinlemesine tanıyıp, içsel özgürlüğünü keşfederek gerçek bir varoluş serüvenine adım atabilir. Mitler ve ilkel toplumların sunduğu sembolik anlatılar, Fromm’un da işaret ettiği gibi, bireyin kendi benliğiyle bütünleşmesinde yol gösterici niteliktedir. Bu bağlamda, modern insan, teknolojinin getirdiği ilerleme ve toplumsal beklentiler arasında sıkışıp kalırken, gerçek kimliğine ulaşabilmek için geçmişin bilgelik hazinesine – mitlere ve geleneksel bilgelik formlarına – yeniden dönmelidir.
Aslında her bireyin kendi kimliğini, kendi içsel dünyasını keşfetme çabasını simgeler. İlk toplumlardan günümüze, her çağın bireyleri kendi içsel mitlerini yeniden yazmış, varlıklarına anlam katma gayreti içinde olmuşlardır. Erich Fromm’un belirttiği gibi, kimlik, yalnızca dışsal etiketlerle değil, içsel farkındalık ve özgünlükle şekillenir. Bu, bireyin hem kendisiyle hem de çevresiyle kurduğu ilişkiyi derinleştirir. Çünkü gerçek özgürlük, kendini tanımaktan geçer.
Geleceğe baktığımızda, mitlerin ve geleneksel bilgeliklerin modern insanın ruhsal ve kimliksel sorgulamalarında hala etkili olduğunu görüyoruz.
Dijital çağın Prometheus’ları yapay zekayı geliştiren bilim insanları; Sisifos’ları bitmek bilmeyen iş yükünün altında ezilen modern bireyler; Odin’in yerini ise, hakikati arayışta, içsel özgürlüğüne ulaşmak için çabalayan düşünürler alıyor. İlkel toplumların doğayla kurduğu derin bağ, Erich Fromm’un da savunduğu gibi, bireyin kendini bulma sürecinde temel bir referans noktası olmayı sürdürüyor.
Modern yaşamın getirdiği karmaşıklık ve yabancılaşma içinde, gerçek kimliği bulma çabası, eski efsanelerin ve mitlerin rehberliğinde yeniden anlam kazanıyor.
Mitlerin belleği, insanın varoluşunu sorguladığı, kendi içsel benliğini ve kimliğini keşfetmeye çalıştığı bir aynadır. Bu aynaya baktığımızda, belki de geçmişin mitleri, geleceğin sorularını şekillendiriyor; belki Prometheus’un ateşi hâlâ yanıyor, Sisifos’un kayası dökülmeye devam ediyor, Odin’in fedakarlığıyla sembolize edilen bilgelik yaşamın her anında iz bırakıyor. Erich Fromm’un kimlik kuramı da, bu sürecin modern yansıması olarak, bireyin yalnızca toplumsal maskelerden sıyrılıp gerçek benliğiyle yüzleşmesi gerektiğini hatırlatıyor. İçsel özgürlük ve derin farkındalık, her çağın kahramanlık yolculuğunun temel unsuru olarak, varoluşun anlamını yeniden inşa etmede anahtar rol oynuyor.
Peki, sen? Hangi kahramanın yolculuğundasın? İçsel kimliğini ararken, eski mitlerin bilgeliğinden ve ilkel toplumların doğayla bütünleşmiş yaşam tarzından ne gibi ilhamlar alıyorsun? Belki de modern çağın getirdiği yabancılaşma içinde, gerçek özgürlüğe ve kendini tanımaya ulaşabilmek için, geçmişin sessiz fısıltılarına kulak vermelisin. Bu, yalnızca modern dünyanın karmaşası arasında kaybolmamak, aynı zamanda içsel benliğinle barışık, otantik bir varlık olarak yaşamını şekillendirmek anlamına gelir.
Tüm bunların içinde vardığımız yer, mitlerin, ilkel toplumların yaşam biçiminin, avcı-toplayıcı kültürün ve Erich Fromm’un kimlik kuramının harmanlandığını, insan varoluşunun ve kimliğinin ne denli çok katmanlı olduğunu hatırlatıyor.
Her çağın bireyi, kendi içsel mitlerini yazarken, geçmişin bilgeliğinden ilham almalı. Çünkü gerçek kimlik, sadece dışsal rol ve beklentilerle tanımlanmaz, derin içsel farkındalık ve özgünlükle yeşerir.
Mitlerin sesi, evrensel sorulara verdiğimiz yanıtların ve kimlik arayışımızın ölümsüz bir aynasıdır. Bu aynada, senin de yansımanı görmek mümkün. Peki sen? Kimin belleğinden geleceğe sızdın hiç düşündün mü? Öyleyse şimdi başla…

Tuba Ayşe Özgür. 1993’te Communication Art’s Studio’da yaratıcı yazarlık eğitimi, 1994-1998 yılları arasında Çisenti Sanat Topluluğu ve Postüla adlı tiyatro gruplarında oyunculuk ve oyun yazarlığı eğitimi aldı. Kurucusu olduğu Komite Reklam Ajansı’nın yanı sıra çeşitli ajanslarda reklam yazarlığı yaptı. Bu süreç boyunca çeşitli dergilerde de görev aldı. İçerik yazarlığı, yazı işleri müdürlüğü, yayın koordinatörlüğü gibi pozisyonlarda, yazıları yayınlandı. Kurucusu olduğu Atölye Bütünsel Edebiyat’ta koordinatörlük yapıyor. Büyü Bozumu, Benim Kalbim Dikdörtgen adlı romanlarının, İçime Karga Uçuştu öykü kitaplarının yazarı.