Semiha Can Çetin
En büyük çığlıklar sessizlik içinde gizlidir. Tıpkı buram buram emek kokan bu tarlada çalışan her işçinin sessizliğinde gizlendiği gibi… Ellerimizdeki nasırlardan çok kalplerimiz acıyordu; yine de dertlerimizi dilimizle değil, çapalarımızla toprağa yazıyorduk. Kimi sevdasını, kimi evladını… Benim ise satır başlarım hep aynı cümleye çıkıyordu; korkuya.
‘Korkuya’ diye fısıldadım bakışlarım arkamda kalan köye doğru kayarak.
Kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım. Karabulutlar tüm gökyüzünü kaplamıştı. Yer kara toprak, gök kara bulut… İçim ise katran karasıydı. Sanki bu karanlık benim içimden çıkıp her yeri sarıp sarmalamıştı. Belki de dünyadaki tüm kötülüklerin anası bendim.
Sonra bir ses yankılandı birden; tok, güçlü ve sarsıcı. Sanki bu ses kalbimde kırılan ve kopan tüm iyi şeylerden çıkıp tüm dünyada yankılanmıştı. Herkes önce olduğu yerde kalakaldı.
“Zeynep işine bak,” diye bağırdı ırgat ağası Paşa. Gözlerim elindeki demir çubuğa takıldı. Yerdeki taşın üzerinde gezdirerek tiz bir ses çıkarışını seyrettim. O çubuk hep daha fazla çalışmamızı hatırlatan görünmez bir kırbaç gibiydi. Ses ne kadar güçlüyse, tehdit de o kadar ağırdı.
Paşa’yı daha fazla kızdırmamak için tekrar toprağa, satır başına döndüm. Çapaların çamura vuruşu, Paşa’nın bağırışlarıyla yarışıyordu. Her vuruş biraz daha içime işliyordu.
Siyah lastiklerime yapışan çamur ayaklarımı prangaya çevirmişti. Bacaklarım taş kesiliyor, belim çatlayacak gibi ağrıyordu. Çapamla çamurun ayağımı sarmış halkalarını temizledim. Tam adım atacaktım ki lastiğim çamura yapıştı; sanki görünmez bir el bırakmak istemiyordu.
Ayağım kurtulup havaya kalkınca dengemi kaybettim. Çorabımla çamura basmak zorunda kaldım. Ilık, ıslak çamur parmaklarıma kadar işledi; bir ürpertiyle geriye sıçradım. Çoraplarım sabahtan beri yağmurla zaten ağırlaşmıştı, şimdi bir de çamurun kirli ağırlığı bindi üstlerine.
Yüzüm kızararak etrafıma baktım. Kimse görmemiş olmalıydı… Hemen geri dönüp çamurun içindeki lastiklerimi çıkardım ve çamurlu ayağıma geçirdim. Ne olursa olsun toprağın sırasını bırakmamam gerekiyordu.
Tam çapamı yeniden toprağa vurmuştum ki, ıslak yazmamın geriye doğru kaydığını fark ettim. Hemen doğrulup elimle düzelttim. Kimsenin görmediğinden emin olmak için etrafıma bakındım.
O anda Ali Çavuş’un torunu Kadir ile göz göze geldim. Askerden yeni dönmüştü. Anası Fatma abla oğluna kız arıyordu; gölgesine erkek gölgesi değmemiş tazecik bir genç kız…
İçimde soğuk bir ürperti gezindi. Hemen toparlandım, başımı eğip yeniden işime koyuldum. Erkeklerden köşe bucak kaçıyordum, hele de bekar olanlardan… Adımı çıkarsalar, bu köyden kovsalar, ben ne yapardım?
Kalbim çırpınan bir kuş gibi göğsümde çarpıyordu. Başımı eğerek yeniden toprağa döndüm, ama ellerim titriyordu. Korkunun sıcak nefesi ensemdeydi.
Dayanamadım, gizlice başımı kaldırıp köye, evimizin olduğu yöne baktım. Gözlerim bacaya ilişti. İncecik duman gökyüzüne doğru yükseliyordu. ‘Baca tütüyor… çok şükür’
O an kalbim pamuk gibi yumuşadı. Dünyanın tüm karanlığına rağmen, orada beni bekleyen bir sıcaklık hâlâ vardı.
“Zeynep!” diye bağırdı Paşa, sesi göğsümün içinde yankılandı.
Korkuyla irkildim, yerimde dikildim. Eliyle yanına çağırıyordu. Kalbim çatlayacak gibiydi; çamurun içinde sendeleyerek, ayaklarım batıp çıkarken güçlükle yürüdüm. Önünde durduğumda bakışlarıyla üzerime çöktü.
Çatık kaşlarının altından, büyük bir av yakalamış vahşi bir sansar gibi süzüyordu beni. Zevk aldığı belliydi; gözlerindeki parıltı bunun kanıtıydı. ‘Çocukluğunda diğer çocuklardan sürekli dayak yermiş. Büyükler öyle anlatırdı. Şimdi acısını, ekmeğini topraktan çıkaran biz zavallılardan mı çıkarıyordu?’
“Sabahtan beri neden oraya bakıp duruyorsun? Ne var orada?”
Islak elbiselerim, korkudan terleyen bedenime yapıştıkça yapışıyordu. Elbisem daralmış, ansızın patlayacak gibiydi. Lastiklerimdeki ağır çamurlar yetmiyormuş gibi, şimdi bir de korkudan titriyordum.
Bir an bayılıp düşeceğim sandım. “Zeynep bayılmış tarlada” diye duyulsaydı, arkamdan ne dedikodular ederlerdi kim bilir… Derin bir nefes alıp kendimi toparlamaya çalıştım.
“Hiç,” dedim fısıltıyla.
“Bak kızım, sabahtan beri yağan yağmur yüzünden zaten iş çıkmadı. Çalışacaksan çalış, çalışmayacaksan bir daha gelme.”
Dudaklarım titredi, sesim çıkmadı. Sadece başımı sallayıp boynumu büktüm. Arkamı dönmüştüm ki, şimşek çakar gibi bir ses duyuldu arkamdan:
“Dur! Kim sana git dedi?”
Olduğum yerde donakaldım. Arkamı döndüğümde Paşa’nın sararmış bıyıklarını düzelttiğini gördüm.
“Gel buraya,” dedi. Titrek adımlarla birkaç adım attım. Önünde durduğumda, arkam dönük olmasına rağmen herkesin işini bırakıp bizi izlediğini hissedebiliyordum. Tüm bedenim bir yaprak gibi titriyordu. Paşa, sapsarı dişlerini göstererek güldü.
‘Şimdi burada bana dokunsa… ya da imalı bir laf etse, ben ne yaparım?’
Elini önce havaya kaldırdı, sonra omzuma indirdi. Korkuyla etrafa baktım; insanların gözlerinde acıyan merak karışımı vardı. Her şeyin bittiğini hissettim. Beni artık bu köy tutmazdı. Gözlerimi kapattım ve bir adım geriye çekildim.
Yavaşça açtığımda Paşa’nın bu hareketten çekindiğini fark ettim. İçimden uzun bir nefes boşaldı; biraz olsun rahatladım. Havada kalan elini, uçurumun kenarındaki kuru kütüğe doğru işaret etti.
“Git şu kuru kütüğü getir de yakalım, üşüdük.”
Arkam dönük olsa da bütün işçilerin bizi izlediğini biliyordum. Hem gözlerden silinmek hem de bu adamla yüz yüze gelmemek için başımı eğip dediğini yaptım. Uçurum kıyısına yaklaşırken çamur kayganlaştı; dikkatlice yürüdüm, her adımda ayağım bir an için kaydı. Kütüğe vardığımda bir an aşağıya baktım. Başım döndü.
Buradan düşecek olsam, aşağıdan cenazemi bile çıkaramazlar.
Kütüğün kenarından tutup kendime çekmeye çalışırken ayağım kaydı; düştüm. Acım var mı, yok mu diye düşünmeden etrafa bakındım. Neyse ki kimse görmemişti. Hemen doğrulup, var gücümle kütüğü çekmeye başladım.
Önce pürüzlü kabuğuna dokundum; ellerimi çizmesine izin verdim, sonra derin bir nefes aldım ve koca kütüğü sırtladım. Uğruna çalıştığım değerler için dünyayı sırtlamam istenseydi, tereddüt etmezdim. Bu yüzden kütük bana tüy gibi hafifti.
Çamurda bir iki kez kayıp düşsem de sonunda kütüğü Paşa’nın ayaklarının dibine bıraktım. Doğrulurken belim sanki ortadan çatladı; ellerim refleksle yanlara kaydı. Kolumdaki kabuk izlerini ovuşturarak acıyı bastırmaya çalıştım.
Paşa ise keyifle kahkaha attı. Çektiğim acıdan zevk alıyordu. Ayağını kütüğün üzerine koydu, sanki zafer kazanmış gibi göğsünü kabarttı. Cebinden çakmağını çıkardı.
“Mola!” diye bağırdı.
İşçiler bir anda etrafına toplandı. Akşamüstü çıkan rüzgârda, ıslak elbiseleri içinde tir tir titriyorlardı. Paşa kibirle eğilip kütüğün bir ucunu tutuşturdu.
Gözlerim, kütüğün bir ucunda kalkmış kabuğun içinden çıkan minik karıncalara ilişti. Bir an durdum, sonra bir hışımla kütüğün üzerine atlayıp küle dönmeden söndürdüm. İşçilerin şaşkın bakışları ve Paşa’nın bağırışları umurumda değildi. Sanki o çekingen, korkak kadın gitmiş; yerine dünyaya başkaldıracak kadar güçlü bir kadın gelmişti.
“Deli kadın! Sen ne yaptın?” diye bağırdı biri.
“Bu kütük olmaz. Kabuğun altında karıncalar var,” dedim. Sesim titriyordu.
“Ne olmuşsa,” diyen oldu.
“Bu kütüğü yakamayız. Karıncalar var.”
“Ben… ben başka bir tane getireyim,” diye ekledim.
Paşa kestirip attı: “Sana üç dakika veriyorum. Üç dakika içinde buraya bir kütük getirmezsen, bu kütüğü yakarım.”
Paşa’nın tehdidiyle zaman bir anda ağırlaştı. Herkes sus pus olmuş bana bakıyordu. Kulaklarım uğulduyor, ellerim titriyordu.
“Zeynep abla…” diye bir ses yankılandı uğultuların arasından. Başımı çevirdiğimde kalabalığın arasında Kadir’i gördüm; eliyle az ötede duran kütüğü işaret ediyordu.
Abla. Bu kelime kalbimin kilidini açan anahtar gibiydi. Artık ona güvenebilirdim. ‘Küçükken Mustafa arabasını tamir etmişti, bu yakınlık ondan olsa gerek.’
Tereddüt etmeden işaret ettiği tarafa koştum. Kuru çalıların arkasında duran kütük sanki yalnızca beni bekliyordu. Hiç düşünmeden sırtladım, var gücümle taşıyıp Paşa’nın ayaklarının önüne bıraktım.
Alnımdaki teri silerken göz göze geldik. Yüzündeki ifade tanıdıktı: benim acımdan beslenen bir memnuniyet. Bu, kadınlara özgü bir kin miydi, yoksa yetersizliğin ortasında yetkinin oyuncağı olmuş bir budalalığın tezahürü mü? Bilemedim. Ama bildiğim bir şey vardı: doğru bildiklerim uğruna bu budalanın oyuncağı olmaktan gocunmayacaktım.
Paşa’nın büyük bir zevkle tutuşturduğu kütüğün etrafında kalabalık toplanmıştı. Ben ise yavaşça aralarından sıyrıldım, kurumaya yüz tutmuş bir çamur kümesinin üzerine oturdum. Gözüm köye kaydı; her şey süt liman görünüyordu. Bacadan hâlâ ince bir duman yükseliyordu. Bu iyiye işaretti.
Molanın bittiğini duyuran Paşa’nın sesi yankılandı. Herkes yeniden çapasını aldı, çamurlu toprağı dövmeye koyuldu. Bu kısır döngü, “Paydos, bugünlük bu kadar,” diye bağırıncaya kadar sürdü.
Çekirgelerin sesleri akşam karanlığına karışırken büyük ormanın önünden geçtim.
‘Hiç sevmiyorum şu ormanı… İnsan içine çeken koyu bir mezara benziyor. Koyu bir mezar…’
Birden güçlü bir hışırtı duyuldu. Nefesim kesildi, olduğum yerde kaldım. Ardından şiddetli bir gürültü ve çığlık yankılandı. Bir erkek sesi: “Ormancılar… Yine birinin ocağına ateş düştü belli…”
Etrafta ayak sesleri ve bağrışmalar çoğaldıkça kulaklarımı kapatır gibi koştum. Hatice Ana’nın bahçe duvarına dayandığımda nefesim kesilmişti. Hava kararmış, insanlar çoktan evlerine çekilmiş, pencerelerde ışıklar yanıyordu. Birkaç derin nefes alıp tekrar yola koyuldum.
Tam o sırada bir ses hançer gibi saplandı arkamdan: “Bu saatte eve gidiyorsun, torunlarım açlıktan ölecekler!”
Pencereye yaslanmıştı Hatice Ana, başörtüsünün uçlarını başının üstüne atmış, kollarını sıvamış, öfkeyle bana bakıyordu. Akşam ezanı yeni okunmuştu; belli ki abdest alacaktı.
“Torunlarıma yazık ediyorsun, günahtır! Çocukları ver bana ve git buradan!” diye bağırdı.
‘Evlatları annesinden ayırmanın günah olduğunu bilmiyor muydu acaba?’
Sonra sesi daha da yükseldi. “Hep senin suçun! Mustafa’yı sen yolladın o kara ormana; torunlarımı da heba etmene izin vermeyeceğim.”
Onu duymazlıktan gelerek koşar adımlarla kapıya vardım. Derin bir nefes aldım. Başörtümün ucuyla yanaklarımdan süzülen yaşları sildim. Çocuklar beni böyle görmemeliydi.
İç astarıma bağlı anahtarı hızla çıkarıp kilide soktum. Çevirdim, çevirdim… Her dönüşte sanki bir korkumu kapının dışında bırakıyordum. Sonunda anahtar dönmez oldu; kapı açıldı. Ve işte oradaydılar: dört güzel meleğim, gülümseyerek bana bakıyorlardı. O an Paşa da, çamurlar da, Hatice Ana da bizden çok uzaktaydı. Biz kendi kabuğumuzdaydık artık. Tıpkı kabuğun altındaki karıncalar gibi…


