Mutlu Gözüküçük
Kapının önünde donmuştu. Tokmağın soğuk metali hâlâ parmaklarının arasında, içi dışına sığmaz bir çarpıntıyla boğazına dayanan kalbiyle bekliyordu. Dışarıda bir çocuk, sabırla, neredeyse safça gülümseyerek bekliyordu. Aslı’nın gözleri, ince bir aralıktan içeri süzülen ışıkla kamaşmıştı. Ve işte o an -hayatla ölüm arasında, nefes almakla boğulmak arasında, kabuğunu çatlatmakla onu onarmak arasında, tek bir seçim kaldığını biliyordu.
Ama seçemedi.
Ve biz, seyirciler, onun titreyen elini gördük. Tokmağı sıkan parmakların, sonra ağır ağır gevşediğini. Biz, onun yüzünü gördük, taşlaşmış bir heykel gibi, korkunun ve özlemin aynı anda kazındığı. Çocuğun yüzündeki gülümsemenin nasıl yavaşça solduğunu, masum ışığın gözlerinden nasıl çekildiğini gördük. Ve biz, onun kendi karanlığına geri dönüşüne tanık olduk.
Aslı, kapıyı kapattığında odanın sessizliği bir mezar gibi üstüne çöktü. O sessizlikte yalnızca kalbinin tıkırtısı vardı; dışarıda uzaklaşan çocuk adımlarının yankısı ise yavaşça boğuluyordu. Sandalyeye çöktüğünde, ellerini yüzüne kapadığında, kimse ona seslenmedi. Kimse “neden?” diye sormadı. Ama biz, seyirciler, onun içindeki boğucu monoloğu duyduk.
“Korundum,” dedi içinden. “Yine korundum.”
Ama ardından başka bir ses yükseldi: “Hayır, kendini bir kez daha öldürdün.”
Dışarıdaki akşam, pencerenin ardından ağır ağır odaya sızarken, kitapların sırtları tek tek gölgeleniyordu. Raflarda muntazam dizili kelimeler, aslında onun hayatının sessiz tanıklarıydı. Başarı… Disiplin… Düzen… Her şey vardı, yalnızca hayatın kendisi yoktu.
Aslı, masanın kenarına bırakılmış kabuk parçalarına baktı. Çatlak, keskin kenarları hâlâ elini acıtıyordu. Onları eline aldığında, sanki kendi kalbinin kırıklarını tutuyordu. O an gözlerinden yaşlar süzüldü. Ama biz biliyoruz: bu gözyaşları bir rahatlama değil, yalnızca daha derin bir pişmanlığın damlalarıydı.
Gece boyunca dönüp durdu yatağında. Gözlerini kapadığında kâbuslarla boğuştu; annesinin arkasından bakışı, okul sırasındaki yalnızlığı, alaycı fısıltılar, terk edilişler… Hepsi tek tek sahneye çıktı. Biz, seyirciler, onların gölgelerini gördük; küçük bir kız çocuğu kapının eşiğinde annesinin ardından ağlıyor; sınıfta başını sıraya gömmüş, kahkahaların hedefi olmuş. Ve sonra bir genç kadın, elini uzatıyor, ama dokunduğu kişi başka birine dönüp gidiyor.
Bunlar onun acı tiyatrosuydu. Oyun bitmiyor, sahne kapanmıyor, ışıklar sönmüyordu. Ve biz, o geceyi izlerken, şunu anladık; Aslı, kabuğunu yalnızca kendisi için değil, seyirci için de örmüştü. Bizi görmekten, bizim onu görmemizden de korkuyordu.
Sabah olduğunda, güneşin gri ışığı yeniden pencereden süzüldü. Kapı sessizdi. Çocuk gelmemişti. Bir an için Aslı kapının önüne gitti. Tokmağı eline almak istedi. Ama kapıyı açacak cesareti yoktu. Çünkü dışarıda kimse yoktu artık.
Ve işte, biz o an onun yüzündeki farkındalığı gördük: Kabuk bir kere daha kalınlaşmıştı. İçinde hâlâ bir kıvılcım yanıyordu belki, ama üstüne taş eklenmişti.
Aslı masasına döndü, kitaplarını açtı. Satırlara bakarken harfler yine bulanıklaştı. Kelimeler parçalandı, dağıldı. Çünkü kelimeler bile bir kabuktu artık. Onların ardında saklanıyordu.
Ama biz biliyoruz, değil mi?
Bir gün o kapı yine çalınacak. Belki aynı çocuk, belki başka bir ses. Ve Aslı yine aynı ikilemin kıyısına gelecek: Açmak mı, kapamak mı? Yaşamak mı, taşlaşmak mı?
Ve biz, seyirciler, o anı bekleyeceğiz. Çünkü Aslı’nın trajedisi yalnızca onun değil. Hepimizin içinde, bir kabukta, aynı soruyla kıvranan bir ses var: “Kabuksuz nasıl yaşar ki?”


