Eylem Akdere
“Ceviz ağacının altına oturulmazmış.”
Oysa o, tam gölgesinin ortasına bir iskemle koydu, emeğini kuşanarak. Çünkü bu ağacı kendi elleriyle dikmiş, emek emek büyütmüştü. İnsanların ağzından çıkan sözlere kulak asacak biri değildi. Hele ki konuşmayı görev bilenlerin yalan dolan sözleriyle emeğinin zehirli olduğuna mı inanacaktı?
Fidan veya yeni meyve veren bir ağaçken kimse konuşmazdı. Ama son yıllarda ne çok konuşanı vardı…
Sıkça duyduğu sözler:
“Ceviz ağacının gölgesi zehirlidir; altında oturanın içi çekilir.”
Fidan halini bilirdi, o. İncecik gövdesi, zar gibi kabuğu, savruldukça titreyen yaprakları… Korunmasızdı ama emekle büyütülmüştü. Yeni meyveler verdiği yıllarda gövdesi de gururla kalınlaşıyordu. Yaprakları, çılgın rüzgârların deli dolu eşlikçisiydi.
Rüzgârlı bir köyde kök saldığı için, gölgesi zehirli sayılmazdı aslında; rüzgâr üzerindeki tüm olumsuzlukları uçurup götürüyordu. Belki de insanların korkuları ve nankörlükleri bir ağacın gölgesine yüklendi yalnızca…
İskemlesine yaslandı, rüzgârın uğultusunu dinlerken, yılların çizgileriyle yol yol olmuş ağaç kabuğunu izledi. Kırk yıllık ceviz ağacının gövdesinde bir ömür vardı; köklerinde çocukluğu, dallarında çabaları, kabuğunda sabrı…
Karıncalar telaşla işlerinin peşindeydi, kelebekler yaprakların arasında dans ediyor, küçük çocuklar gölgesinde oyunlar oynuyordu.
Gölgesi sadece bir grup insana mı zehirliydi ki bu ağacın?
Değil elbet!
Otuz yılı devirdikten sonra fark etmişti: Gölgesini kötüleyenler, meyvesindeki cevherle parlamaya çalışıyorlardı. Onu karalamakla kendi eksikliklerini örtüyorlardı.
Yere düşen cevizlerden birini aldı. Yeşil kabuğu parmaklarının arasında ezildi. O keskin koku yıllardır tanıdığı bir duyguyu uyandırdı. Yeşil kabuk taze ve yapışkandı; emeğin en zorlu anlarının mührünü bırakıyordu sanki. Kara mührü gördükçe emeğine daha sıkı sarılsın diye…
Zamanında emeğinden faydalanıp sonra kötüleyenleri düşündü. Onların sözleri de bu kabuk gibiydi: parlak, yumuşak ama ellerine bulaşan, izi çıkmayan yabancı bir leke bırakıyordu.
“Unutmam, elbet,” diye geçirdi içinden, yüzünde kendinden emin bir gülümsemeyle ,kara lekelere uzun uzun baktı.
Yeşil kabuk, ellere lekeler bıraksa da, cevheri koruyan asıl zırha ulaşmak için kendiliğinden açılıyordu. Yol göstericiydi adeta. Kahverengi kabuk, şerit şerit, kendine özgü, başka hiçbirine benzemeyen oyuklara sahipti. Oyukların arasında yeşil kabuğun mührü ara ara silik bir hatıra gibi görünüyordu.
“İşte,” dedi.
“Beni koruyan bu… Kendime olan güvenim, bitmek bilmeyen gayretim.”
Ellerindeki siyahlığa bakarken bir yandan da kahverengi kabuğu izliyordu. Ara sıra ağacın kabuğuna dokunuyor, sonra gözlerini gökyüzüne çeviriyordu. Ağacın gövdesinde yılların izleri, yeşil kabukta emeğinin mührü ve kahverengi kabukta gayretinin zırha dönüşümü vardı.
“Çat…”
Bir ceviz daha daldan düştü. Toprağa çarpan ses, içinde yankılandı. Kalbindeki ince bir çatlak gibi; acıttı ama aynı anda ferahlattı. Olgunlaşan cevizdi o; emek dolu, gayret dolu, içinde cevheri ağırlaşan ceviz.
Cevizi eline aldığında yeşil kabuğun kara mührü önce sert kabuğun oymalarına, sonra da yere düşmesiyle kırılan bir oyuktan ceviz içine akıyordu.
“Hayat, bu,” dedi sessizce.
Ceviz ağacının altından kalkarken ellerini toprağa sürdü. Yeşil kabuğun lekesi hâlâ parmaklarındaydı ama içinde bir huzur vardı.
Artık biliyordu:
Emeğiyle büyüyen insan; öz mührünü taşıyan yeşil kabuğuyla, gayretini kuşanan kahverengi zırhıyla, içinde cevher taşıyandır…
Evet, hayat böyledir; bazen hatta çokça. Daldan özenle de toplanır, ağırlığınla yere de düşebilirsin ,bir ceviz misali.
Ama unutulmaması gereken bir şey var:
Emek vermeyen, güçlü olmayan hiç kimse, hele ki seni kötüleyenler, emeğini hiçe sayanlar, kendi elleriyle seni kolay kolay kıramazlar. Mutlaka kafana vurmak için bir taş ararlar ama buldukları taş, sonunda kendilerine döner.
Belki özüne ulaşmanın, gayretini daha da arttırmanın yolu biraz kırılmaktan geçiyordur.
Belki de özün, cevherin, mühür gibi gözyaşlarını hissetmek istiyordur.
Emeğin; mühür, gayretin; zırh gibi seninle…


