Ümit Ahmet Duman
Adım Can. Bu şehirde doğdum, bu şehirde büyüdüm ve bu şehrin beton duvarları ardında öleceğimi sanıyordum.
“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!”
“Her koyun kendi bacağından asılır!”
“Kafayı kuma gömmek…”
Çocukluğumdan beri bu sözleri dinledim. Bu sözler, kabuğumuzun harcı, duvarlarımızın tuğlasıydı. Ben de bu kabuğun içindeydim. Öyle sağlam örmüştük ki, dışarıdan gelen bir ses bile içeriye sızamıyordu. Sanki bunlar, hayatın temel kurallarıydı. Herkes kendi küçük, görünmez kabuğunun içinde yaşıyordu. Apartman daireleri, araba camları, sosyal medya profilleri… Her biri bizi birbirimizden ayırıyor, ama aynı zamanda birbirimizin yaşamını izleme imkânı veriyordu. Oysa bakmakla görmek farklıydı. Hepimiz, kendi dünyamızın mahkûmlarıydık. Dışarıda bir fırtına koptuğunda, kapımı sıkıca kapatıp, “Bana ne?” derdim. Kendimi güvende sanıyordum. Kabuğum beni koruyor, dış dünyanın kirliliğinden, acısından, çirkinliğinden arındırıyordu.
Gün geldi, kabuğumun içinde bir sızı başladı. Önce hafif bir kaşıntı, sonra derin bir yara. Kabuğum kalınlaştıkça, altındaki acı da büyüdü. Ne kadar görmezden gelirsem, o kadar çok zonkluyordu. Bir gün, dayanamadım. Bıçak gibi bir acıyla kabuğum çatladı ve içinden, o yıllardır sakladığım cerahat aktı. Yüzümün, ellerimin, ruhumun üzerine yayıldı. Utanç vericiydi, çirkindi, iğrençti. Ama bir o kadar da rahatlatıcı.
Yalnız değildim. O ana dek kimsenin görmediği, konuşmadığı yaralar, şimdi ortadaydı. Sızılar paylaşıldıkça hafifliyordu. Kabuklarımız çatladıkça, birbirimize dokunmaya, birbirimize inanmaya başladık. Artık yılanlar bize dokunuyordu, çünkü her yılanın bin yıl yaşaması, bizim yaşamımızın bir parçasıydı. Kafamızı kumdan çıkardık ve suyun temizlenmesi için uğraştık.
Gördüm ki, çevremdeki herkesin kabuğundan akan benzer acıları vardı. Kimi korkusunu, kimi nefretini, kimi yalnızlığını saklamış. Akıntıyla karışan bu acı denizinde, birbirimizin hikâyelerini fark ettik. Başkalarının yaralarını gördükçe, kendi yaralarımız o kadar da korkutucu gelmedi.
Kabuklarımız bir koruma kalkanı değil, bir hapishane olmuştu. O hapishaneden çıktığımızda, yara izlerimizle, acılarımızla, ama en önemlisi birbirimizleydik. Kabuklarımız bizi iyileştiremedi, asıl iyileşme onları kırmakta, içindekileri dışarıya vurmaktaydı. Belki yara izleri kalacaktı, ama bu izler, bize kabukların altında saklı kalan acıların, görünür olduğunda ne kadar hafiflediğini hatırlatacaktı. Bu izler, artık sadece bizim değil, toplumsal hafızamızın bir parçası olacaktı. Ve o hafıza, daha fazla kabuklaşmayı engelleyecekti.
En yakın arkadaşım Ali, bir zamanlar en neşeli insanlardan biriydi. Yüzü hep güler, her şeye hevesle atılırdı. Ama çalıştığı yerde bir haksızlığa uğradı ve kimse ona destek olmadı. Hatta bazıları, “Ne karışıyorsun el âlemin işine?” diye ona sırtını döndü. O günden sonra Ali, kabuğuna çekildi. Sadece kendi işini yapmaya, kimseye bulaşmamaya başladı. Neşe dolu kahkahalarının yerini sessiz, kısık bir gülümseme aldı.
Diğer arkadaşım Deniz, toplumun en duyarlı insanlarından biriydi. Sokağa çıkıp evsizlere battaniye dağıtır, hayvan hakları için eylemlere katılırdı. Ta ki bir gün, bir sokak hayvanı için yardım istediğinde, “Nehirleri kurtarmakla, açları doyurmakla sen mi uğraşacaksın?” gibi acımasız yorumlarla karşılaştı. “Zaten elinden bir şey gelmez, boşuna yoruyorsun kendini” dediler. O günden sonra Deniz de kendi kabuğuna çekildi ve sadece kendi evinin önündeki kedilere mama vermeye başladı.
Bir akşam, şehrin kalabalık caddelerinden birinde buluştuk. Hava her zamankinden daha ağır, boğucuydu. Egzoz dumanı gibi, insanlık dumanı da havayı kirletiyordu. Sanki, herkesin içinde birikmiş bir öfke, bir hayal kırıklığı vardı.
“Bu toplum kirleniyor,” dedim fısıltıyla.
Ali başını salladı. “Hep kirlidir. Biz sadece görmeyi tercih etmiyoruz.”
“Ne yapsak boş. Bir insan, bütün bir toplumu değiştiremez,” diye ekledi Deniz..
İşte tam o an, içimde bir isyan ateşi yandı. Bu laflar, beni kabuğumun içinde boğuyordu. “Peki ya bu kirlilik hepimizi zehirlerse? O zaman da mı kafamızı kuma gömeceğiz?” Sesim titriyordu. Ali ve Deniz bana şaşkınlıkla baktı. Yıllardır kimse böyle bir şey söylememişti.
Bu konuşmadan sonra, şehrin içinde yeni bir düşünce tohumu filizlenmeye başladı. Geceleri gizlice buluşuyor, sosyal medyanın sanal duvarlarını, evlerin gerçek duvarlarını konuşuyorduk. Herkesin kabuğu vardı ve bu kabuklar, bizleri birbirimize yabancılaştırıyordu. Birbirimize ulaşmak imkansızdı. İnsanlar, kendi dünyalarında mutlu gibi görünürken, kabuklarının altında biriken acılarla yaşıyorlardı. İşsiz kalan komşuya, hastalanan yaşlıya, zor durumdaki esnafa kimse el uzatmıyordu. Çünkü herkes, kendi kabuğunda yaşıyordu.
“Bize bir sinyal lazım,” dedi Deniz bir gece. “Bir işaret. Hepimizin anlayacağı bir dil. Birbirimize aslında yalnız olmadığımızı, başkalarının da benzer acılar yaşadığını gösterecek bir şey.”
Ali, “Haksızlıklara karşı sessiz kalmayalım,” diye önerdi. “Sesimizi yükseltelim. Birlikte, belki birileri fark eder.”
Ama sesini yükseltmekten korkan insanlar için bu çok zordu. Ben de, “Küçük iyilik hareketleri başlatalım. Belki bu hareketler, bir dalga yaratır ve diğer kabuklara çarparak onları sarsar,” dedim.
Bu fikir, en cüretkâr fikirdi. İşe koyulduk. İlk başta beceremedik. Yaptığımız iyilikler, adeta görünmez oluyordu. Kapısına yemek bıraktığımız yaşlı teyze, “Kimden geldi bu?” diye şüpheyle bakıyor, sokak hayvanları için yaptığımız yardımları, “Ne lüzumsuz işler” diye eleştiriyorlardı. Ama yılmadık. Her hafta, şehrin en unutulmuş köşelerinde buluşuyor ve küçük iyilikler yapıyorduk.
Bir hafta sonra, küçük bir titreşim yarattık. Mahallemizdeki fırıncı, bizim yaptığımız iyiliklerden etkilenerek, ihtiyaç sahiplerine bedava ekmek vermeye başladı. Bir ay sonra, bu titreşim büyüdü. Ve üç ay sonra, şehrin bir ucundan diğerine ulaşan bir iyilik dalgası oluşturabildik.
Diğer insanlar şaşkınlıkla bize baktılar. Bazıları korktu, kendi kabuklarına daha çok çekildi. Bazıları ise merakla, bu hareketin kaynağına doğru gelmeye başladı. İlk gelenlerden biri, mahallemizin en içine kapanık insanı, Emine Teyze’ydi. Kabuğu o kadar kalındı ki, etrafındakilere adeta bir duvar örüyordu. “Ne yapıyorsunuz siz?” diye sordu kısık bir sesle.
“Toplumdaki acıları ve yalnızlığı hissediyor musunuz Emine Teyze?” diye sordum. Emine Teyze acı bir ifadeyle gülümsedi. “Hissediyorum, evladım. Ama hissetmemek için kabuğumu kalınlaştırdım. O zaman acı hissetmiyorsun.”
“Ama hissetmemek, iyileşmek değil ki!” diye çıkıştım. “Kabuğunuzun altında yaralar birikiyor. Bu yaralar, sizi yavaş yavaş öldürüyor.”
Emine Teyze’nin gözleri doldu. Belki de ilk defa birisi ona bu kadar cesurca gerçekleri söylüyordu. O günden sonra, Emine Teyze de bize katıldı. Önce küçük yardımlarla başladı, sonra çevresindeki insanlara yardım etmeye, konuşmaya, güler yüz göstermeye başladı. Onun katılımıyla, dalgamız daha da güçlendi.
Bu dalga, artık bir isyanın, bir uyanışın sesiydi. Önce tek tek, sonra gruplar halinde insanlar bize katıldı. Hayal kırıklığına uğramışlar, umutsuzluğa kapılmışlar, yalnız kalmışlar… Hepimiz, o dalganın içinde birleşiyorduk. Artık kimse “bana ne” demiyordu. Çünkü birinin acısı, aslında hepimizin acısıydı.
Sonunda, o büyük gün geldi. Şehrin üzerindeki o görünmez kabuk, o kalın duvar çatlamaya başladı. Küçük bir yardımlaşma, büyük bir dayanışmaya dönüştü. Bir mahallede başlayan hareket, tüm şehre yayıldı. İnsanlar, kendi kabuklarından çıkarak birbirlerinin acılarına ortak oldu, sevinçlerini paylaştı.
Dışarıdan bir ses duyduk. Bir gazeteci, “Şehirdeki bu dayanışma hareketinin kaynağı ne?” diye soruyordu. İşte o an anladık, dış dünya bizi görüyordu. Kabuklarımızı kırmak, birbirimize bir sinyal vermekti. Onların da bize yardım etmesini sağlayacak bir sinyal.
En sonunda, o kalın, görünmez kabuk büyük bir gürültüyle çatladı. İnsanlar bir araya gelmeye başladı. Panik içinde değil, umut içinde bir araya geliyorlardı. Eskiden görmezden geldikleri, duymazdan geldikleri acıları konuşuyorlardı. Birbirlerine destek oluyor, yaralarını sarıyorlardı.
Bazı insanlar kabuklarını kırmayı reddetti. Onlar, o kirli ortamda kalmayı, eski acılarına tutunmayı seçtiler. Bense, Ali, Deniz ve diğerleri, yeni hayatımıza başladık. Kabuklarımızı kırmış, acılarımızı serbest bırakmıştık. Yara izlerimiz vardı, ama bu izler bizi korkutmuyordu. Aksine, o izler bize, o kabukların altında saklı kalan acıların, birlikte yürüdüğümüz yolda ne kadar hafiflediğini hatırlatıyordu. Kabuklar, bizi korumak için değil, bizi hapsetmek için vardı. Gerçek özgürlük, o hapishaneden çıkmaktı.
Artık biliyorduk ki, bir insan bütün bir toplumu değiştiremezdi, ama tüm insanlar birleşirse, bütün bir toplumu değiştirebilirdi. Bu, sadece bir başlangıçtı. Hikâyemiz, kabukların ötesindeki hayatın hikâyesiydi.


