Belgin Ulutay
Başlangıçta yalnızca taş yığınları vardı; rüzgârın el değmemiş yüzeyleri, toprağın karanlık derinliklerinde bekleyen unutulmuş tohumlar… Henüz bir yapı yükselmemişti; boşluk hâlâ kendi ritmiyle titriyordu. Görünmez eller, uykusuz bir heykeltıraş gibi, boşluğu şekle dönüştürmek için ince çizgiler bırakıyordu.
İlk taş yerleştirildiğinde nefesler birbirine karıştı; biriken ritim kent omurgasına aktı. Ardından örtü, hem koruyan hem gizleyen bir tabaka hâline geldi. Her ses, her adım, her fısıltı bu katmana çarpıyor, yankılanıyordu; içerideki sessizlikse daha derin bir biçimde biçimleniyordu. Gözle görünmez bir baskı, sakinleri sarıyor, fark etmeden şekillendiriyordu. Gökyüzünden bakıldığında kent, ağır kabuğunun çatlaklarında zamanın izlerini taşıyan yaşlı, dev bir kaplumbağayı andırıyordu. Sokaklar, çatlaklarıyla damar gibi kıvrılıyor, adımların ritmiyle titreşiyordu. İnsanlar güven içinde olduğunu sanıyor, dış tehlikelerden korunuyor olduklarını düşünüyorlardı. Oysa tabaka giderek yoğunlaşıyor, nefes almayı güçleştiriyordu; içeridekiler kendilerini güvende sandıkça, daralan boşlukta yavaş yavaş sıkışıyorlardı.
Manzarayı uzun süre izledim; taşların, toprağın ve insanların ritmiyle bütünleştim. Sınırlar silikleşti; kimin sesi yankılanıyor, kimin düşüncesi sızıyor belirsizdi. Kentin temposu içime karışıyor, nefesim kente sızıyordu. Her sabah sokaklar, soğuk ve pürüzlü bir iç yüzey gibi ayaklarımın altına karışıyordu. Kulaklarımı tırmalayan bir sesle irkildim. Pazar yerindeyim. Çürümeye yüz tutmuş meyveler hâlâ parlak yüzeyleriyle göz alıcı. Alıcılar, görünüşün cazibesine kapılıp içteki çürüğü fark etmiyor, sandığa attıklarını sandıkları meyvelerini tezgahtar özenle arka sıradakiler ile değiştiriyordu. Bir armudu elime aldım, tırnağımla yüzeyini çizdim; içeriden keskin bir koku yayıldı. Kurtçuklar kıpırdandı; onlar, içteki çürümeden habersizdi. Bu kent, parlatılmış bir meyve gibi. Aldatıyordu.
Köşedeki yaşlı adam, tezgâhın önünde mırıldandı: “Görmeden anlamak, yüzeyle yetinmektir.”
Sözcükler, havada asılı kaldı. Çoğu zaman, sesler zarın kalınlığında boğulur, yalnızca bakışlar sırların izini sürdürürdü.
İnsanların yüzlerinde de kendini gösteriyordu örtü. Gözlerle dudak arasında gerilmiş incecik bir zar ifadeleri bastırıyor, tepkisizlikleri görünür kılıyordu. Herkes kendi yazıp, sırlı yüzeyler karşısında prova ettiği oyununu ustaca oynuyordu. Hücrelerimize kadar uyuşturulmuş gibi. Ne zaman bir kıvılcım olsa, itfaiye araçları hemen imtina ile emri gerçekleştiriyordu.
Gece çöktüğünde tabaka çatırdıyor, şehir uykusunda horluyordu. Taşların arasından fısıltılar yükseliyordu: “bağ, yas, çav, öz, demir, gür…” Çelişkili bir dua gibi, hem minnet hem öfke taşıyordu. Ürkütücüydü; çünkü benzerleri, yazdığım satırlarda yankılanıyordu. Ve kelimelerim, yutağımda birikenleri bir bir selamlıyordu.
Bir gece korniş kırıldı; fırtına tabakanın üstünde yankılandı ve perde çöktü. İçeridekiler, sağır eden o gürültüyü coşkulu bir alkış sandı. Onlar alışkındı. Küçük bir çatlak yeterliydi; ışık sızıyor, karanlık altüst oluyordu. Zarı elinde döndüren o eller, çatlağı kapatıyor, ışığı yönlendiriyor, yankıyı yeniden biçimlendiriyordu. Kent dahi sahnesindeki oyunu gerçek, içine doğanlar gökyüzünü örtünün rengi sanıyordu. Çatlakları fark edemeyenler, boşluğu gerçek kabul ediyor; sonsuzluğun ötesini anlamıyordu.
Bir çocuk, tırnağıyla sınırı çizdiğinde ince bir ışık huzmesi belirdi; hayranlıkla gülümsedi. Her şey çok güzel, dedi. Çevredekiler müdahale etti: “Dikkat et, gözlerini alır.” Çocuğun sesi kabuğun içine hapsoldu; ışığı bir daha göremedi. O an, şaşkınlık içimde yankılandı. Kalemim çatlağı deliyor, her kırık yeni bir olasılığı fısıldıyordu. Kent ve ben birbirimize karıştık.
Çatlaklar yalnızca ışığı değil, yankıları da taşıyordu. Ansızın yükselen o kahkaha, yıllar önce bastırılmış bir çığlığın izdüşümüydü. Meydanda çınlayan alkış, gizlenen korkuların dışavurumuydu. Sesler, biçim değiştirerek geri dönüyor; gerçek, kalınlık altında şekil değiştiriyordu. İnsanlar farkında değildi; onlar, zarın sunduğu yankıları gerçek sanıyordu. Her ses, saklanan gerçeğin maskesiydi.
Zamanla basınç arttı; sokak taşları çatladı, duvarlar gerildi, çürüme hız kazandı. İnsanlar hâlâ parlak yüzeye bakıyor, altında biriken karanlığı görmüyordu. Yürüdükçe zar benimle yürüyordu; taşlar fısıldıyor, gölgeler şekil değiştiriyor, her adım yeni bir ritim yaratıyordu. Kendimi yazarken kent, kent tarihini yazarken ben şekilleniyordum; hangimizin yaşadığı, hangimizin yazdığı giderek önemsiz bir hal alıyordu.
Uyandım, nefes alamıyorum. Tırnaklarım kalemi deliyor, kelimeler çatlak açıyor. Zar, esnemiyor. Üstelik gittikçe güçleniyordu. Belki de benden besleniyordu. Onu kırmaya çalıştıkça direnci artıyordu.
Kent nefes alıyor, ben susuyorum. Birbirimizin koruyucusu ve hapishanesiyiz. Sonunda biri, meseller alemine girecek ve çatlaklardan sızan ışığı fark edecek. Oyunları, çürüyen meyveleri, susturulmuş çocukları…
Kabuk kırılmadıkça bütünlük hissi verecek. Ancak her yüzey sonunda çatlar.
Şşt. Bir kent uyuyor. Zar sessiz, çatlaklar saklı. Yazdıkça gıcırdıyor; kalemim tırmalıyor.


