Meltem Pirlibeylioğlu
Akşam yemeği bitmiş herkes kalkmıştı sofradan. Sofrayı kurduğu gibi topladı. Tezgâhın üzerinde duran karpuz kabuğunun içini kaşıkla kazıyarak temizledi. Karpuz kabuğundan ev halkının çok sevdiği reçelini yapacaktı. Gözü açıklı koyulu çizgili kabuğuna takıldı. Bu kocaman kabuk bugüne kadar içinde nefis bir karpuzu taşımıştı. Karpuzun iyisini anlamak için kabuğunu tıklatan da olmuştu, üstündeki çizgilerin şekline bakan da… Aslında bütün marifet koruyucu bir kabuk olabilmekti hayatta.
“Düşününce ne anlamlar çıkıyor, altı üstü karpuz kabuğu” söylenerek ince ince doğradı, daha önceden hazırladığı sönmüş kireç suyuna yatırdı. Yarın yapacağı reçelin ön hazırlığı da bitmişti.
Az sonra mutfak işlerini tamamlayıp televizyon odasına ailesinin yanına geldi. Haberler bitmiş dizi başlamak üzereydi. Usulca oturdu oğlunun yanına, dizideki evin kızını yıllar önce ölen kızına benzetir, hiç kaçırmazdı. Hicran bir an belirdi gözünün önünde. Yaşamayı çok seven, akıllı, projeler yapıp uygulayan gencecik bir kızken bedeninde beliren koyu kahve bir ben sebep olmuştu ayrılıklarına. Çok doktor, çok hastane gezdiler kötü bir hastalığın en çabuk yayılan cinsiydi bu sevimsiz kahverengi ben. Gereken tedaviler yapıldıysa da bir yıl demeden kaybettiler kızlarını. Artık onun sevdikleriyle teselli oluyorlardı. Kendi elleriyle yaptığı soy ağacı, beğenip astığı fotoğraflar yerli yerinde duruyordu. Duvardaki büyük resmi evde tek dokunulmazdı. Zaman zaman karşısına geçer konuşurdu resmiyle. Duygularını ona anlatır, oradan okşardı güzel kızını. Bir gün o resmin içinden çıkıp geleceğini hayal eder, elini uzatır ver elini güzel gözlüm çekip çıkarayım seni diye gözyaşı dökerdi. Çok sevdiği torunlarına o resimden anlatırdı halalarını. Genellikle kızının sevdiği yemekleri yapardı. Diğer çocukları ve torunları tek tesellisiydi.
Sabah erkenden uyandı, ev halkı uyurken kirece yatırdığı kabukları güzelce yıkadı, haşladı. Üzerine şekerini döktü, kısık ateşte kaynamaya bıraktı. Önceden ağarttığı bademleri de içine attı. Bembeyaz bademler kabukların arasına sessizce süzüldü.
“Bu badem olmasa bir şeye benzemeyecek, kimin aklına gelmiş ki kabuğun içine bu mübarek bademi atmak. İnsanoğlu ne ilginç uğraşlar bulup ne harika tatlar çıkarıyor.”
Bir iki parça limon tuzunu da ayırdı kenara, mutfak kapısı yavaşça açıldı. Gelini uyanmış, mutfağa gelmişti. “Kolayladın mı anne, bayılıyorum senin bu reçeline. Hicran da çok severdi, bugün onun yıldönümü değil mi?”
Başını öne arkaya salladı evet yerine. “Yılları saymıyorum ama sevdiklerini hiç unutmuyorum. Ömrüm oldukça karpuz kabukları teşekkür edecek bana, onlardan bu kadar lezzetli reçel yaptığım için.”
Yüzündeki hüznü, göz pınarlarındaki yaşı göstermemeye çalıştı gelinine. Yine de anlamış olacak ki bir öpücük kondurdu gelini yanağına. Hızla açıldı kapı, torunlar bir iki fırtına gibi girdiler içeriye.
“Yaşasın” diye bağırdı küçük cimcime. “Karpuz reçeli. Ne zaman olacak, halam da gelecek mi onu yemeye? Ama en çok ben yiyeceğim değil mi?”
“Tabii,” dedi, “Tabii istersen hepsini yiyebilirsin. Ben halana tekrar yaparım karpuz da çok kabuk da.”
Ocaktaki reçel üstten köpüklenmeye başlamıştı, bu kaynamaya başladığının işaretiydi. Bir kevgirle almaya başladı köpükleri. Limon tuzunu attı kaynar reçele. Bir iki taşım kaynadı, kapattı altını. Sıra soğumasına gelmişti. Hep birlikte kahvaltıya oturdular. Tenceredeki reçelden bir tabak koydular sofraya, birer çatal alıp dualarınıı gönderdiler aralarından hiç ayrılmayan halalarına.
Sıra reçeli güneşe koymakta. Üstüne bir tülbent örtüp koyu güneşe teslim etti. Reçel tadını güneşten alır derler, güneş altında koyulaşan reçeller kolay kolay bozulmaz. İki gün sonra cam gibi reçelini kavanozlara doldururken, üç beş komşuya da koydu birer tabak. Üst kattaki, “Karpuz kabukları ne olacak?” diye sorup duruyordu. İşte cevabı. Komşular reçelini teşekkür ederek alırlarken sesi titreyerek mırıldandı: “Bir dua da siz gönderin Hicranıma.”


