Belgin Ulutay
“Delilik, aklın öteki yüzüdür.”
Michel Foucault
Yazmaya başladığımdan beri kendimi açık etmek, içimi görünür kılmak beni hep tedirgin etti. Çünkü yazmak yalnızca anlatmak değil, çoğu zaman kendini açık bir yaraya dönüştürmektir. Ama artık başka bir yerdeyim: sıfır noktasındayım. Ne geçmişin hesaplarının ağırlığı ne de geleceğe dair belirsiz beklentiler… Burası, tüm tanımların dağıldığı, kelimelerin yeniden kurulduğu bir eşik. Buradan başlamaya karar verdim. Bu satırlarla, kendimi sağaltmak adına bir adım atıyorum. Kendi içimdeki karanlığa, gölgeye, çatlağa ve o çatlağın içinden süzülen sızıya bir davet bu.
Sıfır noktası, yalnızca bir başlangıç değil; her şeyin artık başka bir şekilde devam etmesi gerektiğini fısıldayan o içsel duraktır. Alışkanlıkların, rollerin, dayatmaların üzerimize yığdığı ağırlıkları sıfırlamak… Bu, sıfırın matematiksel bir gösterge değil, bir varoluş konumu olduğunu hatırlamak demek. Sıfır, bana göre, insanın kendi mitini yıktığı, üzerine giydirilen tüm kimlikleri bir kenara bırakıp çıplak benliğiyle baş başa kaldığı puslu alan. Burada geçmişin sesi kısılır, gelecek susar ve yalnızca şimdiki anın derin yankısı kalır.
Senin de bildiğin gibi, varoluş bir meydan okuma. Gürültülü değil, sessiz; kalabalık değil, kişisel. Ve bu yolculuk yalnız yürünmüyor. İçimizde taşıdığımız görünmez savaşları, kırılganlıkları, küçük cesaretleri ancak birbirimize temas ederek anlayabiliyoruz. Yıkımın içinden anlam arayanlar, karanlıkla ışığın dansını görenler için burası bir buluşma noktası: Sıfır Noktası.
Seni sloganlarla değil, sezgiyle örülmüş bir isyana çağırıyorum. Bu yazılar, her ay başka bir tema etrafında derinleşecek. Kalemim, çöküşleri, geçitleri, sessiz dönüşümleri, içsel gölgeleri ve görünmeyeni görünür kılan ayrıntıları yoklayacak. Çünkü burası bir köşe değil, bir eşik. Dönüşmeye ve dönüştürmeye niyet eden herkes için zihinsel bir kazı alanı. Kendi mitini yıkmaya cesaret edenlerin, kalbinde çatlak taşıyanların ve bazen yalnızca sessizliği anlamaya çalışanların yeri.
İşte bu ay, o eşiğe “yıkım ve varoluş” dan geçerek varıyoruz.
Varoluş bazen bir enkazın içinden yeniden doğmayı gerektirir. Her şeyin yerli yerinde göründüğü o düzenli hayatın çatlaklarından sızan huzursuzluk, çoğu zaman dönüşümün ilk işaretidir. Tıpkı sessiz bir evde duvar saatinin ritmiyle yankılanan görünmez baskılar gibi. Herkes yerli yerindeyken, bazen sadece sen yerini yadırgarsın. Ve bir şey seni içerden dürter: “Burası senin değil.”
Görünürde kusursuz olanın içinde bastırılan, törpülenen, çerçeveye sığdırılan taraflarımız vardır. Gülümsememiz ölçülüdür, sözlerimiz terbiyelidir, arzularımız geciktirilmiş ama içimizde bir yerde, balkonun kıyısında rahatsız edici bir ses vardır. Sınırda durur. İçeriye girmek istemez, çünkü içerideki düzen ona boğucu gelir. Oysa belki de dışarıdan daha boğucudur içeride kalmak.
“Ne zaman gerçekten kendin için bir şey yapacaksın?” diye sorar sana bir ses. Ve bu ses, sadece dışarıdan değil, içeriden de gelebilir. Çünkü varoluş, en çok o soruyla başlar: “Gerçekten ne istiyorum?”
Zihnin çatlaklarında beliren ışık huzmeleri, bastırılmış renkleri uyandırır. Her şeyin doğru olduğu öğretilmiş bir hayatın içinde, bir sabah kalkar ve en sevdiğin rujunu sürüp bir sanat galerisinde kırılan camlara bakarken, kırılanın aslında içindeki susturulmuş ses olduğunu fark edersin. Her darbe, sende yankılanır. Ve o kırık parçaların arasında kendini ilk kez görürsün.
İnsanın kendine söylediği en dürüst cümleler, genellikle her şeyin dağıldığı o anlarda doğar. O cümleler, bazen dövme gibi işletirsin bedenine, bazen bir şarkının içinde yankılanır, bazen de bir kelimenin ucuna ilişir. Benim için de o cümle, sırtımda taşıdığım bir iz hâline geldi: “Nosce te ipsum.” Sol arka omzuma kazıttığım bu söz, Sokrates’in “Kendini bil” çağrısıdır ve her ne kadar aynada göremesem de varlığını hep hissederim. Bu dövme bana her yalnızlıkta, her kayıpta ve her yeniden başlangıçta şunu hatırlatır: Bilmek, yalnızca zihinsel bir çaba değil; aklın sınırlarını zorlayarak, karanlıkla temas kurarak, maskelerimizi tek tek soyarak ilerlenen bir iç yolculuktur.
Kendini bilmek, çoğu zaman deliliğe komşu bir keşif sürecidir. Bilinçdışının dehlizlerine inmeyi, bastırılanla yüzleşmeyi, kimliğin alt katmanlarında dolanmayı gerektirir. Delilik, bu bağlamda bir sapma değil; bilinmeyene yapılan cesur bir yürüyüştür. Zihnin sıfır noktasında yürümek, her adımda biraz daha soyunmak, biraz daha yalnızlaşmak ama aynı zamanda daha bütüncül bir şeye yaklaşmaktır. Sol arka omzumda taşıdığım bu sessiz sembol, sadece bir felsefi öğreti değil; varoluşumun pusulası.
Yıkım yalnızca kaybetmek değil; çoğu zaman fazlalıklardan arınmak, başkasına ait olanı üzerinden söküp atmaktır. Ve bazı yıkımlar vardır ki, ardında sadece boşluk değil; yepyeni bir alan bırakır. Bir şeyler çökerken, içimizde yer açılır. O yer, çoğu zaman korkutucudur çünkü boşlukla kalmak cesaret ister. Ama işte tam orada, insan kendi sesini ilk kez duyar.
Nietzsche’nin “üstinsan”ı, bu enkazın içinden yürüyerek çıkar. Çünkü o, yıkımı sadece başına gelen bir felaket değil; kendi varoluşunu kurduğu bir temel olarak görür. Her yıkımın ardından gelen yapılanma süreci, kimlikte köklü değişimlere yol açar. Bir şeyleri kaybettikçe, aslında neyin değerli olduğunu değil, neyin gerçekten ait olduğunu fark ederiz.
“Ben neyi bu kadar sıkı tutuyordum?” sorusu yankılanır içimizde. Ve işte o sorunun cevabında başlar dönüşüm. Çünkü kimlik, sabit bir yapı değil; her kayıpla, her karşılaşmayla yeniden örülen bir şeydir. Taş gibi sağlam olduğu kadar, duman gibi dağılmaya da müsait.
Sıfır noktası, bana kalırsa tam da burasıdır: geçmişin anlamını yitirdiği, geleceğin henüz adını koyamadığımız bir boşlukta, sadece kendimizle kaldığımız alan. Sartre’ın dediği gibi, “İnsan önce vardır, sonra kendini yaratır.” Her şeyin dağıldığı bir anda, kendi sesini duymak için yeniden başlamak gerekir. Bu başlangıç, yıkımı göze alanların payına düşer. Çamurda boy veren “Lotus” gibi.
Yazmak, benim için bu yıkımın içinden çıkan en berrak sestir. Delirmemek için değil; deliliğin eşiğinde yürümeye razı olduğum için yazıyorum. Çünkü karanlıkla yüzleşmeden, ışığın kaynağına varılamaz biliyorum.
Bu sıfır noktamın ilk yazısı. Bir çağrı. Yıkımın içinden geçen herkese, varoluşun kıyısında soluklananlara, kendi gölgesiyle yüzleşmekten korkmayanlara bir selam. Birlikte düşünecek, birlikte dağılacak, birlikte yeniden kuracağız. Çünkü hiçbir dönüşüm yalnız yaşanmaz. Ve hiçbir kelime, yankı bulmadığı sürece tamamlanmaz.

Belgin Ulutay, 20 yılı aşkın süredir çeşitli sektörlerde orta düzey yönetici olarak görev yaptı. Yazmaya ve seslendirmeye şiir ile başladı, çeşitli eğitimlerin ardından edebiyat yolculuğunu öyküler ile devam ettiriyor. Tiyatro, seslendirme, kitaplar, seyahatler ve yazı ile kendine bir dünya kuran Ulutay’ın bir çok kollektif kitapta öyküleri yayımlanmıştır.

