Emel Altuntaş
Alarm çaldı, hazırlandım, gece vakti istasyona attım kendimi. Benim vardiyam başladı. Bu haftaki şifte göre saat 20:00 – 03:00 arası görevli benim. Kalabalık olmayacağı için bu vardiyada herkes tek başınadır.
Yağmur yağıyor. Duraktan, şu uzakta görünen ve son vagonun gözden kaybolduğu dönemece kadar volta atmam gerekiyor. Yağmur damlalarının vuruşlarıyla gök gürültüsü buradan duyulabiliyor. Sarı yağmurluğun ıslak parıltısı yerdeki su birikintilerine yansıyor.
Raylar sarsıldı, metro küçük çığlıklar atarak durağa yanaştı. İnenlere öncelik vermek istemeyen birkaç kişi homurdanarak vagonlara attı kendini. Diğerleri şemsiyeleri ellerinde hazır, çıkışa doğru uzaklaştılar. Rayları döven metal tekerler takırdadı, kabinler süzülerek gözden kayboldu. İşe yaramaz broşürleri, seçim süslerini, ağzını gerip sırıtarak poz verdiğinde daha sevimli göründüğünü sanan aptal suratları uçuşturdu rüzgarıyla. Ayaklarımla havada yakalayıp üstüne basmayı başarmak için kendi kendime oyun kurdum. Suratın ortasını botlarımla mühürleyerek yapıştırdım zemine. Bazısı rüzgârı arkasına katıp benden kaçmayı başardı. Peşinden yedi sülalesinin canına küfrettiğimi duyduklarına eminim. Tuhaf bir rahatlama geldi üstüme.
Çoğu insan uykudayken, rayların uzak yakın gıcırtıları arasında, durağın tepesinde arada bir göz kırpan dijital saatin arkadaşlığı ile yetiniyorum, zamanın geçmekte olduğunu, azın gittiğini çoğun kaldığını söylüyor.
Bekleme salonu bomboş. Sert, yeşil bir koltuğa çöktüm. Aniden dengem bozulunca sol ayağının kırık olduğunu hatırladım. Dışlanmış, büyüyemeyen beceriksiz bir çocuk gibi mızmızlanıp slogan atmaktan öteye gidemeyen sol tarafın; hastalıklı, beceriksiz hallerine öfke duydum içten içe. Sarı yağmurluğun parıltısı ve yeşil koltuk uyumlu bir anlamsızlık içindeydi. Anlamsızdı çünkü yağmurluk üstündeyken oturamazsın, yağış altında dolaşırsın. Hem bir tarafın kırık olması güvenli de değildi.
Hemen yan tarafımdaki çöp kutusuna soluk bir gazeteyi rulo yapıp tıkıştırmışlar. “Büyük Kaçış Başarısız” manşetini atmışlar. Derin bir nefes… Oh! Kaçamamışlar, tamam ama kim ne yapacaktı bunlara? Namuslu bir kürsü kaldı mı? En azından kaçamamışlar, bu da bir şeydir. Tombul parmaklı, koca kafalı, takım elbiseli, diplomalı, uyanıkların ayaklarından zincirlendiklerine eminim. Emin miyim? Rayların uzak gıcırtısı, zincir şakırtısı, dişlilerin takırtısı, kürsülerin yalancısı, tam önümde sıralandı vagonlar. Serzenişler sustu içimde.
Bilet makinesine takıldı gözlerim. Görevini yerine getiriyor getirmesine de canı nereyi çekiyorsa oraya bilet kesiyor. Boynunu bükmüş herkes, karşı çıkmadan sessizce gidiyor o istikamete. “Ben oraya gitmek istememiştim aslında, şu tarafı hayal etmiştim,” diyerek debelenemiyor. Ellerim, sarı yağmurluğun cebinde anahtar kartla oynuyor. “Henüz aklımdan geçenleri okuyamıyorsun değil mi?” diye soruyorum içimden bilmiş bilmiş. İşe geliş, çıkış saatlerini, üstündeki minik çipe kaydediyor bu kart. Beni daima takip ediyor. Alışveriş zevkimi, beslenme alışkanlığımı, sağlık sorunlarımı, okuduğum kitapları, tercih ettiğim defterleri, kullandığım kadın bağından tuvalet kağıdına kadar biliyor. Benimle ilgili en iyi bildiği şeyin ne kadar da ucuzcu olduğumdur herhalde. Gülümsedim, sert yüzeyine dokunurken.
“Lütfen kaybetmeyin,” demişti gişedeki memur. Kalın camın arkasından onu duymakta zorlanmıştım da başımı eğip deliğe yaklaştırmak zorunda kalmıştım. “Güvenliğiniz için yanınızdan ayırmamanız gerekir,” diye de tembihlemişti.
Rayların ortasındaki dijital saat göz kırpmaya devam ediyor; 10:03. Birkaç kişi gelip durdu sarı çizginin hemen yakınında. Rayların uzak gıcırtısıyla kafalar, sağa sola döndü. Yerlerdeki süprüntüleri, plastik su şişelerini, gazete parçalarını ve şu sırıtan aptalın resimlerini havalandırdı ama kimse umursamadı. Ellerimi arkamda bağlayıp dönemece doğru yürümeye başladım. Amacım dikilen üç beş kişinin sarı çizgiye ne kadar yakın olduklarını gözlemek ya da zır delinin birinin raylara atlama riskini hesaplamaktı. Rayların uzak gıcırtısı yeknesak, “Sarı çizgiye yaklaşmayın,” diye anons ediyor kibar çocuk. Adımlarım neredeyse değdi değecek, inadına. O zır deli ben miyim? Vagonlar, çığlıklar eşliğinde kayıyor önümde. Sarı yağmurluğun ıslak parıltısı yer değiştiriyor.
Anahtar kartla oynamaya devam ediyorum. Yıllardır yanımdan ayırmadığım tek şey bu. Onu elime tutuşturdukları gün diğer bütün kimlikleri şimdi hatırlamadığım, hatırlamak zorunda da olmadığım bir deliğe tıktım. Her ne yapıyorsam onunla, onsuz şuradan şuraya adım atamam. Önceleri alışkanlıktı, şimdi onsuz sokağa çıkmak bile yasak. O olmadan kimse güvende sayılmaz. Bu yüzden “Mecburiyetler Kabuğu” diyorum ona. Hayatımı denetlemiyormuş da sadece cebimde, avucumdaymış gibi davranıyorum, sıksam kırabilirmişim gibi korkutuyorum bazen onu. Güvende hissettirmek için okşuyorum sert yüzeyini. Ruhu olsaydı biraz yaltaklanırdı belki. Raylar sarsıldı, metro küçük çığlıklar atarak uzaklaştı duraktan. Orta yerde sallanan dijital saat sol göğsümün içinde göz kırpmaya devam ediyor; 02:02. Üç beş para karşılığında harcadığım zamanın dolmasına az kaldı.


