Ebru Eren
Etrafı çitlerle çevrili küçük bahçeme çıkmayalı o kadar uzun zaman oldu ki. Koca kış köşedeki, sarı beyaz çizgili minderlerini ve güneşliğini içeri almayı akıl ettiğim ve gıcırtısıyla sinirlerimi bozan salıncağı, bahçeye açılan kapının arkasından izliyorum.
Beş ay önce, hastane karyolasından salondaki -hem bahçe hem de televizyon karşısında konumlanan- çekyata terfi ettiğimden beri çok şeyi sorguladım. Hayatta bazen bazı şeyler üst üste gelir ya. Benimki beş ay önce usta bir terzinin elinden çıkmış, hepsi en ince ayrıntısına kadar ölçülüp biçilmiş, bir mahkum tulumu gibiydi.
Ne olduğunu bilmediğim bir suçun bedelini ev hapsiyle ödüyordum.
Sadece nefes alabileceğim, bir şeyler yiyebileceğim ağız, bir de boşaltım yapacağım kısımda delikler var. Şeffaf kurşunla mumyalanmış gibiyim.
İş çıkışı direksiyonu ana yoldan orman yoluna kırdığımda trafiğin açılmasının verdiği mutlulukla, ertesi gün izinli olduğum fikri küçük bir sevinç yaratmıştı. Hatta bugün dersini her zaman olduğu gibi üst üste bahanelerle asan, gördüğümden beri hiç hoşlanmadığım üyemle, çalışmamış olmanın verdiği bir rahatlık da vardı.
Yarı açık camdan kasımın yüzüme çarpan serinliğini hissederken arada sağlı sollu ağaçların kırçıllı yeşilliklerine, kurumuş dallarına kısacık bakış attığımda radyoda yol bildirimleri yayınlanıyordu. Benim yolum gayet açıktı. Dinlemek istemedim. Baş parmağımla direksiyondan istasyonu değiştirmek için ok sembollü tuşa basıyorum.
Olmadı. Hafızamda kalan çok yüksek bir fren sesi. İçeride patlayan beyaz bir bulut kümesi. Tam da göğsümden vurulmuş gibiyim. Sonra bir ağaç gövdesi. İçeride konuşan bir kadın var. Bir de çok kuvvetli bir motor sesine karışan bir alarm hatırlıyorum.
Kadın kimdi? Öğrendiğim ve yaşadığım kötü deneyimi her defasında geriye bir adım gide gide çözmeye çalıştım. Hastanedeki psikiyatriste o kadar çok sormuşum ki bu soruyu. Onun, arabadaki güvenlik sistemiyle devreye giren acil arama sitemi olduğuna zor ikna oldum.
Kolum ve bacağımdaki acıyı hissetmeye üç gün sonra başlamıştım. Yaşadığım kazayla kolumda ve bacağımdaki platinlerle hayatıma devam edeceğimi öğrendiğim anlarda hangi yakınım yanıma gelse aynı şeyi söylüyordu. Sanki ellerine birer senaryo kağıdı tutuşturulmuş.
“Allah seni korudu.”
“Tanrı seni bize bağışladı.”
“O arabadan sağ çıkman mucize.”
Uzun süre sigorta işlemleri, kaskodan arabanın pert raporu, çalışamaz raporu.
Tekrar pilates eğitmenliğine devam edeceğim gününü ön gören hiçbir doktor yoktu.
Doktor yoktu. Çalışan olarak hakkımı savunan bir kurum yoktu.
Birkaç gün uğrayıp sonradan seyrelten arkadaşlarım, onların vicdanlarını rahatlatan mesajları vardı. Ameliyat sonrası takılan alçılar, sadece kontrolde ihtiyacım olan koltuk değnekleri, sürekli açık duran yataklı kanepe. Yanımdan bir ay ayrılmayan annem dışında komodin başında ağrı kesicilerim, evde sürekli kaynatılan paçanın kokusu ve arada çalan yine yanlış numara deyip kapatmak istediğim aramalar.
Hayatıma dışarıdan baktığım o aylarda, beni saçlarımdan nazikçe çekip, kaldırıp, ruhumu iyileştirmek için bir makinaya bağlayan robot eller hayal ettim. Uyumadan önce, ya da uykum bölünüp ani bir sıçrama yaşadığım anlarda o mekanik, parlak, gri eller saçlarımı okşadı.
Yaşadıklarımdan sonra bir tek kişinin hayatı değişmişti.
Yetmiş yaşında, hâlâ saçlarımı yıkarken eğildiğinde tek eliyle duvardaki fayanslardan destek alan annemin. İçimdeki platinlerle birlikte onun her gün daha da solan yüzünü görmek, üst üste biriken faturalar, göbeğimde birikmeye başlayan yağlar acıya bağışıklığımı güçlendirdi ama hayata kafa tutma tutkumu elimden aldı.
Şimdi bahçeme bakarken hani o bahsettiğim salıncak orada duruyor. Artık kendi işlerimi yapabilecek kadar iyi durumdayım. Ama tinim bir işaret beklemekte.
Elim, artık kurguladığım demir ellerden başka, canlı kanlı bir el bekliyor.
Sevgili değil, çünkü sevgililer sevişemezsen terk eder.
Dostlar bir süre yanınızda kalabilirler çünkü her zaman herkesin hayat mücadelesi sizinkilerden büyüktür.
Nazar diye bir şey var mıdır?
Annem artık haftada bir gelmeyi kabul ettiği ve Gülsüm Abla da gelip ortalığı toparladığı için, bana bir şeyler oldu.
Salıncağın minderleri kafamı kurcalıyor ilk defa. Onları depodan çıkarttırdım. Onları yerleştirirsem sanki Nisan’ı daha çok hissedeceğim.
Salıncağa minderleri giydirirken, sanki yeşillenmeye başlayan bahçenin toprağı, ılık ılık içime akacak. Muhakkak bir şeyler olacak. Belki de Hıdırellez’de olur ama ona kalmayacak.
Hissediyorum çünkü artık dilediğim gibi duş alabiliyorum. Hatta küvete giren -eskiden her zaman pedikürlü, bakımlı- ayaklarımı köpüklerin arasından çıkarıp yukarı kaldırabiliyorum.
Su güzel. Su akıllı ve suyun hafızası ne güçlü.
Belki de en doğrusu bugün. Yaptığım iş başvurusunu beklemek, yaşanan her şeyin sebebini anlamaya çalıştığın, değişik bakış açıları anlatan kitapları okumak, yazıp yazıp sildiğin mesajları, gönderemediğin mesajları…
Kanlı dolunayın olduğu 21 Nisan.
Yavaşça hareket ediyorum. Canım yandığı için vücudum uzun zamandır ezber hareketlerinde.
Benden önceki kiracılar burayı müştemilat olarak kullanıyormuş. İlaçlayıp, boyatıp, atmaya kıyamadığım ne varsa duvara yaptırdığım mdf raflarda ve dolaplarda istifli. Evde ders verdiğim zamanlardan kalma dumbel’lar kapı arkasında, barlarında üst üste. İçerisi çok dağınık değil ama kendince ihmal edilmişliğin ve ilgisizliğin rutubet kokusu var.
Minderleri görüyorum. Depo kilitli olsa da yukarıdaki ufak pencere yarı aralık kalmış. Belki de uzun zamandır sağ raftaki deri çizmelerimin, montlarımın küflenmeyişinin sebebi bu. Minderler en üst rafta. Camın tam yanında. Camın tam altındaki boya merdivenine bakıyorum.
“Çıkarım.”
“Tabii ki çıkarım.”
İki kolumla merdiveni kavramaya çalışırken, sol ayağımda gıdıklanmaya benzeyen tatlı bir uyuşma hissediyorum. En üst basamağa çıktığımda minderin ilkini kavrıyorum.
Aşağı bakmak özgürlük gibi. Aşağı bakmak, ihtiyacım olmadığını düşünüp yaşam alanıma sokmadığım ama yine de bir yerde dursun diye sakladıklarım.
Tek tek yere atıyorum. Hiç ses çıkarmıyorlar. Yumuşacıklar.
Elimi altlarından kavrarken sert bir şeye değiyorum. Minderle beraber o da kayıyor. Çınlama ve yankılı bir sesle düşüyor. Konsantremi bozuyor gibi olacakken tedirginliğe geçiyorum. Nefes alışverişimi düzenliyorum.
Doksanlarda moda olan levha posterlerden.
Ağacın gövdesini anımsıyorum.
O da salıncak gibi, bazı harfleri paslanmış.
Ama beynim onu çok önceden ezberlemiş.
“Festina Lante.”
“Yavaşça acele at.”
Şimdi geri dönmekle uğraşamam. Minderleri atıp yerleştirmek benim için en büyük misyon.
“Nasıl bir adım bilir misin?”
Hiç de benim, senin sandığın kadar değil. Sonuncu minderi atarken ve yazıya da takılmamam gerektiğinden eminken ne duydum?
Minnacık bir viyaklama. Kedi olsa tanırdım. Kedi değil.
Tüyleri artık ben özgürlüğe hazırım, der gibi. Kısa kısa uzamış. Üçü, annelerinin kanadında.
Çok üzüldüm o an, ama çabuk geçti.
“Ne yapabilirim?”
Anne, bana “Onlar uçacak kadar özgürler,” dedi.
Dokunmak istedim. Çok yüksekte olduğum ve onlar da çok minik olduğu için korktum.
İnip su getireyim, dedim.
Bekler miydi? Annenin gri kanatları solgun ve kuruydu.
“Zeytin dalı,” dedi.
Kanatlandı. Kalan birkaç tüy burnuma üşüştü. Kaşındırdı.
Onlarla beraber uçmak hayali ve sonra uçmamız ayrı bir öykü.
Su, orman ve ben gözümle gördüm. İçimde yaşadım.
Zeytin ağacımla geç kalınmış bir dostluğun tadını çıkarıyoruz.
Çoğu şeyi kayıp giden bulutlar gibi izliyorum.
Nisan’dan beri..

Ebru Eren İstanbul’da doğdu. Üniversite eğitimini Trakya Üniversitesi Turizm Otelcilik Bölümü’nde tamamladı. Yedi yıl telekomünikasyon sektöründe çalıştı. Uzun yıllardır Türkiye’de önde gelen yaratıcı yazarlık akademilerinde değerli yazar eğitimcilerden eğitim aldı. Daha önce kolektif kitaplar ve dergilerde yayımlanmış öykülerine yenilerini de ekleyerek çok yakında kitabını çıkarmaya hazırlanıyor. Edebiyat dışında resim de bir diğer tutkusu ve bu alanda da kendini geliştirmeye devam ediyor


