Zeynep Tezel
Çivisi yerinden çıkmış dünyanın, haberimiz yok. Mavi bir misket misali yuvarlanıp gelmiş uçurumun kıyısına,düşmekle düşmemek arası o ince çizgide inleyip duruyor. Endazesi şaşmış, şakulü eğilmiş, kördüğüm olmuş, labirente dönüşmüş yorgun dünya.
O labirentin çizgisinin bir ucunu tutup iplik gibi uzatsam, çözüversem… Ariadne’nin ipi gibi yol gösterir mi? Ya da düğümlü mavi yumağı göbek bağından yakalasam, tutup çeksem ana kordonundan, kolaycacık çözülse, sökülse, terziler işe koyulsalar, yeniden dikseler dünyayı; renkleri karıştırarak. Rengârenk olsa yeni dünya. “İnsan, âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar,” demiş ya şair, benimkisi düşbaz hayaller.
Uçurumun kıyısında beklerken, -uçurum derken, tanrıların bile korktuğu o en derin yeraltı çukurundan bahsediyorum, Tartaros’tan- dünya bir uçta ben diğer yanda, düşünceler zıplayarak geçiyordu aklımdan. Kaybolmasınlar diye birbirlerine bağlamıştım düş’incilerimi. Kenetlenmiş kelimelerim kayıp boşluğa düşmeseler bari. Yoksa arkalarından atlamak zorunda kalacağım. Phoenix kuşu da değilim ki! Küllerimden yeniden doğamam. Ölümlüyüm. Ancak belli de olmaz. Yakalamak için atlayabilirim de.
Aslında, zıplayan jiletli düşüncelerim arasından en kötü ‘bitişi’ yakalamaya çalışıyorum; acı içinde. Ellerim de gözlerimde kesik kesik, kanıyorlar. Hangisini seçeceğimi bilemiyorum.
Persephone üzerinden anlatsam, her bitiş bir başlangıç, kısır döngü. Üstelik Persephone sahnenin gerçek oyunbazı. Kimse onun nerede duracağını tam olarak bilmiyor. Yeraltının soğuk patronu Hades’e de yeryüzünün huysuz bahçıvanı Demeter’e de mavi boncuk veriyor. Ancak herkes biliyor ki her bitişin ardından, Persephone kendi baharını yeniden başlatıyor, hem de alaycı bir tavırla.
Ya da ‘bitişi,’ Prometheus’tan bahsederek anlatsam! Karaciğerinin gece yenmesi ve gündüz yenilenmesi üzerinden. Ancak, anlatmak istediğim, bir kısır döngü değil ki! Dünyanın çivisi yerinden çıktığına göre, daha yaralayıcı bir ‘bitiş’ olmalı. Sonsuzluğun bile silemediği bir sızı.
Tartaros’un derinliklerinde kaybolan, yeniden başlamayan, bitişin gölgesinden çıkamayan bir doğum olmalı. Dünya mitlerinin unuttuğu bir bitiş veya dokuz âlemi birbirine bağlayan kozmik ağaç Yggdrasil’in dallarının kuruması, mevsimlerin birbirine karışması ya da Persephone’nin yeraltına çekilmesi, baharın hiç gelmemesi gibi… Hattâ, Prometheus’un her sabah yeniden parçalanan değil, sonsuza dek yerinde bırakılmış, hiç kapanmayan yarası olmalı. Aslında, dünya bittiği halde “bitme-miş” gibi yaşayan insanlığın, sonun sessizliğinde kendini oyalarken, gerçeği görenlerin atamadığı ilksel, uçsuz bir çığlık olmalı.
Soluk mavi dünya, düşüşün eşiğinde beklerken, mabetlerin taşları da birer ikişer uçurumdan yuvarlanıyordu. Oysa, o kadim mabetler de kutsal olan ana rahmi değiller miydi? Demek ki dünya düşük yapmaya başladı. Yıkımın ilk sancılarını duyunca çığlık atmak istiyorum. Başaramıyorum. Gündüz düşü mü gördüğüm? Oysa, oyalanmamalıyım. Masanın başına oturup hemen ‘başlangıcı olmayan bir bitiş hikâyesi’ yazmalıyım.
Kapının çalmasıyla uyandım. Terasta, tatlı bir akşamın ılıklığı var. Gökyüzü, yıkılmış tapınakların kalıntıları gibi çatlamış. Arada sert esen rüzgârın uğultusunda, eski çağların suskun fısıltıları yankılanıyor. İnsanlar, sanki hiçbir şey olmamış gibi sokaklarda yürüyor. Yüzlerinde tebessüm, gözlerinde derin bir uyku var.
Kapıda Kevser. Yanında, gözlerinden zekâ fışkıran, durmadan iki yana salınan Mehmet’iyle içeri girdi. Bu ay yapılan tedavinin yeterince etkili olmadığını düşünüp sızlanıyor. Biliyor aslında. Zamana ihtiyaç var. Ancak ara sıra Kevser tükeniyor. Gel, dedim. Hava ılık, terasta dertleşelim.
Oturduğumuzda, sert bir rüzgâr saçlarımızı uçurdu. Kevser’in yüzü düşük. Gelecek endişesi gözlerinin siyahlığına yerleşmiş. Mehmet’in kendi etrafında döndüğünü görünce, bakışlarımı Kevser’e kilitleyip, “Dünyası, uçurumdan yuvarlananlar var. Tutamamışlar, tutunamamışlar o dünyaya. Seninki savaşıyor,” dedim. Şaşırmıştı. Etrafına bakındı. Mehmet dönmeye devam etti.
“Kimin dünyası uçurumdan yuvarlandı?”
“Ben sana hiç Meczup dan bahsetmiş miydim?”
“Hayır.”
“Anlatayım. Hayır, hayır. Dur bekle. Hikâyesini yazmıştım, okuyayım.”
MECZUP
Meczup gün ışığına uyandı. Her gün aynı su tankının içinde uyanmasına rağmen ilk defa nerede olduğunu anlayamadı. Adı sorulsa söyleyemezdi, unutmuştu, “Meczup,” diye çağrılınca bakıyordu. Üç senede bu hale gelmiş, üç yüz sene gibi yaşamıştı günleri. Hızlı, ağır, acılı. Biliyordu zamanın kişilere göre ayrı ayrı işlediğini.
Bugün her günden daha farklıydı. Önce anlamsız bakışlar fırlattı sağına soluna sonra dünü anımsadı. Bir müddet ter içinde oturdu. Sıcaktı sıcak olmasına ama terlemesi sıkıntısındandı. Rahatlayamamıştı. Çalıların arasına gidip mesanesini boşalttı. Eprimiş gömleğini paçaları kıvrık pantolonunun içine tıkıştırdı. Çatık kalın kaşları, buruşuk kara suratıyla yarım kalmış binalara kös kös baktı, bakışları yılgındı. Eliyle kıvırcık siyah saçlarını sıvazlarken yere vuran gölgesi yaşını doğrulamadı, otuz beşlik adamı yetmişlik kamburuyla ayrıntıladı.
İnşaatın bitmesine daha aylar vardı. Yasaklar başlamıştı ancak binaların içinde gürültüsüz işlerle uğraşıyorlardı. Akın akın gelen yazlıkçılar evlerine yerleşmişlerdi. Ustalar, son beş aydır dur durak bilmeden çalışmışlardı. Hepsi aynı uzak diyarın adamlarıydı. Meczup ise, anlayamadığı değişik bir dilde konuşan çalışanlardan uzaklaşmış, diğerlerine yabancı kendi dilinin içine sıkışmıştı.
Yatakhane olarak kullanılan işçi odalarından da ayrılmış, inşaatın hemen dışındaki toprak alanda kendisi gibi yapayalnız, kavruk zeytin ağacının yanındaki dev su tankını mesken edinmişti. İçeride Kur’an-ı Kerim’i, takkesi, seccadesi, tespihi, su bidonu, tüplü ocağı, bir de yırtık pırtık çarşafı, dürülmüş kışı bekleyen yorganı yaşayıp gidiyordu. Çok az konuşuyor, işini aksatmadan yapıyordu. Hattâ,sundukları önerileri ya da parayı kabul etmeyerek patronlarını çok mutlu ediyordu.
Erken saatti. Uyuşuk bedeninde zaman, ağır ağır akıyordu. Ayılamamıştı. Ağzı bir çöl kadar kuruydu. Bakındı. İçme suyu yok. Dün akşamın kargaşasında kendini bile unutmuş, su almayı akıl edememişti. Midesi guruldadıkça yemek yemediğini fark etmesi de bir zaman aldı. Etraf, güneş kızıllığına bulanırken gözü o an bulunduğu tepecikten denize doğru kaydı. Martıların çığlıklarını dinledi. Kulaklarında başka çığlıklar da duydu. Elleriyle kulaklarını kapadı. Dinmedi o çığlıklar. Yüzünün içine batmış kara gözlerinin nemlenmesine aldırmayıp kollarını öne doğru uzattı, boya bulaşmış kaba elleri tir tir titriyordu.
Kemikli parmaklarını kuyu suyu dolu kovaya daldırıp abdestini aldı. Ağzını da çalkaladı. Suyu düşününce, yeniden dün akşam üzeri aklına düştü. Her şeyi en ince noktasına kadar hatırladı. Başının ağrısı gittikçe çoğalıyordu, alnının boşlukları arasına doluyordu akan ter. Ezana daha vardı.
Su tankının açık kenarına oturdu, kapkara gözleri derinlerde çok uzaklarda bir beyaz yelkenlide takılı kaldı. Hayalinde doğan âleme yaklaştığını düşününce koşmak, denizin üzerinde kilometrelerce koşmak sonra da en derin yerde batmak istedi. Bir DENİZ TÜRKÜSÜ eşliğinde.
Dolu rüzgârla çıkıp ufka giden yelkenli!
Gidişin seçtiğin akşam saatinden belli.
Ömrünün geçtiği sahilden uzaklaştıkça
Ve hayalinde doğan âleme yaklaştıkça,
Dalga kıvrımları ardında büyür tenhâlık
Başka bir çerçevedir, git gide dünya artık.
Daldığın mihveri, gittikçe, sarar başka ziyâ;
Mâvidir her taraf, üstün gece, altın deryâ…
“Su biraz daha su,” diye mırıldandı, içmek için değildi bu su.Tık tık tıklamalarla daldığı âlemden ayılınca yerdeki sarı gagalı kuşu gördü. Sesi çıkaran kapkara bir kara tavuk. Gagalayarak âdeta ciğerini koparıyor. Yerdeki zeytin meyveleriyle oynuyordu. O çekirdeğin filizlenebileceğini düşündü. İşte o an, yüzü çekildi, rengi sarardı, başı döndü, huzursuzca olduğu yerde kalakaldı. Kolları çaresizce bacaklarına çarptı, bir daha çarptı ve bir daha… Kendi soyunun devam edememesine isyanla… Persephone hep yeraltında kalmıştı. Terine karışan kara bir damla yanağından süzülürken dün akşamüzerinin hüznü yeniden çöktü üzerine. Sonsuzluğa uzandı bakışları, uğuldayan dalgaların eşliğinde…
Yol da benzer hem uzun hem de güzel bir masala
O saatler ki geçer baş başa yıldızlarla.
Lâkin az sonra lezîz uyku bir encama varır;
Hilkatin gördüğü rü’yâ biter, etrâf ağarır.
Som gümüşten sular üstünde, giderken ileri
Tâ uzaklarda şafak bir bir açar perdeleri…
Mûsıkîsiyle bir âlem kesilir çalkantı;
Ve nihâyet görünür gök ve deniz saltanatı.Oysa ne musikiyi duyan vardı ne de gök ve deniz saltanatını fark eden. Dün akşamüzeri, iskeledeki tüm bakışlar ishalliydi. Açmadılar çoğu ağızlarını da gözleriyle kustular. Yüzerken konuştular. Biri dayanamadı, “Çürük üzüm gibi kokuyor,” dedi. Oysaki ağzına içki sürmez. Bir diğeri, “Çöple ter karışmış gibi,” diye mırıldandı. Sanki bilmezler, su yüzeyi sesi çoğaltır. O kargaşada duydu tüm söylenenleri. Aldırmadı. Yan sitenin yöneticisi rica etmişti; bir kaza olmaması için yerinden çıkan parçalanmış tahtaları tamir etmesini.
Sonuçta, görevi de niyeti de iskeleyi hızlıca onarıp tehlikeyi ortadan kaldırıp inşaata geri dönmekti. Ancak dönmedi, dönemedi. Onu orada tutan bisiklet yakalı kırmızı penyeli üç yaşlarındaki sarı bir oğlan. Kasıldı tüm bedeni, yere çivilenmişçesine dikildi tahtaların üzerinde. Kıpırdayamadı.
Kollarında kolluk yoktu küçük oğlanın. Annesi ise çocukla ilgilenmiyor, bağıra çağıra telefondaki kişiyle kavga ediyordu. Bir iki kere, çocuk, iskeleden denize doğru koşunca meczup kendini tutamamış, oğlana doğru hamle yapmıştı. İskeledekiler kendisine süprüntüymüş gibi bakınca da duşların yanına gidip muslukları onarmaya başlamıştı. Ancak gözünü oğlandan hiç ayırmamıştı. Bazılarının gözleri ise çocuk yerine hâlâ kendi üzerindeydi. Saçmalıkları görünce hiç gidememiş, beklemişti.
Tık tık lar çoğalarak devam ediyordu. Tekrar gözlerini sarı gagalı kara tavuğa çevirdi. Kuşun su tankının içine girmiş olduğunu fark ettiğinde sesin de nereden geldiğini anladı. Kuş, katlı seccadenin üzerindeki tespihi, kurak toprakların son zeytin çekirdeğiymişçesine gagalıyordu. Plastiğe vurdukça ses yankılanarak büyüyordu. Kovmadı kuşu, ancak tık tık tıklar zihnini yontmaya başladı.
İskeledeki büyük oğlanların zıplamalarını, tahtada yarattığı sesin yankısını anımsadı. Cümbür cemaat hareket ediyorlardı. İtiş kakış arasında sarı oğlan denize düşünce bir an bile tereddüt etmeden, boğulma pahasına ardından atladı. Oğlanı sudan çıkarıp havaya kaldırdığında ellerinden çekip aldıklarını hatırladı; bolca su yuttuğunu da. Sonrası karanlık. Kendini iskelenin üzerinde yatarken bulmuştu. Kızılca kıyamet kopmuştu ancak Meczup yokmuş gibi bir kargaşa hüküm sürmüştü. Yerde uzanmış öksürdükçe öksürmüş, ciğerlerine kaçan suyu çıkarırken derin nefesler almış, gözlerini kapayıp açtıkça insanlar görmüştü. Ve dalgalar, sonra çığlıklar, ardından yok olmuştu tüm gördüğü insanlar.
Başı dönüyor, etrafını başka bir ışık sarıyordu. Sonra, kendi dilinde bağırışları duydu. Köpük köpüktü deniz, can pazarı. Kulaklarına doluşan çığlıklar yükselmiş, yükselmiş, elleriyle kulaklarını kapamış yine de durduramamıştı o çığlıkları. Ege’nin derin sularında devrilen lastik bottaki feryâtları, kaybolan bisiklet yakalı kırmızı penyeli oğlunu, dalgalar arasında debelenerek çocuğunun ismini bağıran eşinin son çığlıklarını, çığlıklar, çığlık, çığ…, ç… Ellerinden kayıp gitmişti herkes. Kendine geldiğinde kayalıkların dibinde yatıyordu ve bir başkası biraz uzakta.
Dün akşamüzeri iskelede kendine geldiğinde ise, aynı zaman dilimini paylaşan ama birbirini anlamayan hayatlar, duyguları ayrı kalan insanlar vardı. Kendi küresine, kendi dünyasına geçmek istedi. Bir aynadan usulca geçmeyi hayâl etti. Hayâl.
Girdiğin aynada, geçmiş gibi diğer küreye,
Sorma bir sâniye, şüpheyle, sakın: “Yol nereye?”
Ayılıp neş’eni yükseltici sarhoşluktan,
Yılma korkunç uçurum zannedilen boşluktan!
Duy tabîatte biraz sen de ilâh olduğunu,
Rûh erer varlığın zevkine duymakla bunu.Ege’nin öteki tarafına geçmenin de insan avcılarına yedirilen servetin bedelinin de karşılığı, ölümdü. Ölüm. Renkli, umut dolu dünyasının, Tartaros’un çukuruna yuvarlandığı an. Geri dönüşü olmayan. Uçurumun kıyısındaydı. Acı içinde. Acı.
Dün akşam iskelede, yerde, tahtalar üzerinde yatarken hepsi zihninden dikenli köpükler gibi akıp geçmişti. Kısacık anda upuzun zamanlar. Eşi ve çocuğu uçuruma yuvarlanırken. Onların yolları başka bir yere evrilmişti. Bulundukları yerde, neş’e içinde olmaları diledi. Düşündü. Hep düşündü o sonsuz boşluğu. Uzaklardan incecik süzülen beyaz yelkenliyi seyrederken.
Çıktığın yolda bugün yelken açık, yapayalnız,
Gözlerin arkaya çevrilmeyerek, pervasız
Yürü! Hür maviliğin bittiği son hadde kadar!Ezanı beklerken, kargacık burgacık suratı sakallarının arkasına saklandı. Yüzü, bedeni, kapkara bakışları artık çözülemeyen karanlık bir düğümdü. Oturduğu yerden ağır ağır kalktı. Sanki ayaklarını uzun zaman kullanmıyor gibiydi. Ayakkabılarını çıkardı. Çorabından fırlamış başparmağını çekiştirerek tekrar çorabın içine soktu, seccadesini yaydı, kıblesi zeytin ağacının yönündeydi. Namaza durdu. Bittiğinde yüzünde bir dinginlik… Hür maviliğin bittiği son noktada, çok uzaklarda, bisiklet yakalı kırmızı penyeli sarı bir oğlan el sallıyordu. Öyle hayal etti, öyle olsun istedi. Emin adımlarla iskeleye doğru yürüdü.
İnsan, âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar. (*)
(*) Şiir, Yahya Kemal Beyatlı’nın “Deniz Türküsü” isimli şiiridir.

Zeynep Tezel, Fransız Dili ve Edebiyatı mezunu. Tahsin Yücel, Berke Vardar gibi değerli hocalarıyla geçen üniversite yıllarından çok sonra 2022 senesinde yeniden edebiyat dünyasına döndü. Varlık Yayınları, Hikâyeci gibi dergilerde, İshak Edebiyat gibi dijital platformlarda, Eylül, Dışarıda Kalanlar, Ayna Meselesi, Anne Gölgesi, İstanbullu Öyküler gibi çeşitli kolektif kitaplarda öyküleri yayımlandı. Distopya Dergisi’nin yazarları arasında yer alan Tezel, 2023 Edebiyatist Kristal Kalem Öykü Yarışması’nda kısa listeye kaldı ve seçki kitabında öyküsü yayımlandı. Yazı yazabilen kişi olmak için çabalıyor.


