Hemân aglayı geldüm ‘âleme aglayı gitdüm ben
San ol nîlûferüm kim suda bitdüm suda yitdüm ben
Rehâyî
Yıllar vardı ki bir meyhanede tek başıma iki tek atmamıştım. Belki bu hasretin beni yönlendirmesi belki de işsizlikten, bilmiyorum. Ayaklarım beni, kazananların çok yolunun düşmediği o yere götürdü. Sigara dumanının havayı sis bulutu gibi kapladığı, oksijen yerine burnu sızlatan kesif anason kokusunun gezindiği o izbe meyhaneye girdiğimde çok insan yoktu. Şansıma cam kenarı da boştu ki arada bir yağmurun kaldırımlara düşüşünü, arada bir de kaybeden insanların manzarasını izleyebilecektim. Hevesle, yaşlılıktan sebep, tüm eklemleri gıcırdayan masaya geçtim ve bir duble rakıyla az peynir istedim. İhtiyar meyhaneci konuşmadan; hiç tepki vermeden, aksak ayağıyla sallana sallana istediklerimi getirip koydu önüme. İlk yudumumun genzi yakan tadı eşliğinde mırıltı gibi çalan müziğe kendimi kaptırmıştım ki karşıma, dünyada ancak gölge kadar yer kaplayacak zayıf bir adam oturdu. Hiçbir şey söylemeden davetsiz misafirime baktım: Nerden baksan kırka merdiven dayamış, partal giyimli, kirli sakallı, dağınık saçlıydı.Üzerindeki kıyafetler bile emanet gibiydi. Bu dağınıklığın inadına, çökük gözlerindeyse anlamsız bir mutluluk vardı. Kısa bakışmanın ardından sessizliği bozan da o oldu. Kendince konuşur gibi bir şeyler anlatmaya başladı.
“Sorma adaşım sorma. Neden bu kadar mutluyum sorma. Anlatamam hangi havalardayım. Sanırsın o, her şeyi söylemenin mümkün olduğu, çiçeklerin gürültüyle açtığı diyarlara gittim de geldim. Sanırsın oyuncak hediye edilmiş bir çocuğum… Hani bir sabah uyanırsın ve bakarsın ki bahar gelmiş. Haber vermeden, gizli gizli hayatına girmiş. İşte o sebepsiz mutluluk var ruhumda. İnadına yaşamak; bugüne kadarki tüm sevgisiz günlerimin acısını çıkarmak istiyorum. Abarttığımı sanma. Öyle bıyık altından da alay etme. Ben sana demiştim sorma diye. Sen de bilirsin, sevmek böyle bir şey. Fakat bendeki başka şey. Tarifi imkansız. Ama yine de deneyeyim.”
Damarlarında dolaşan alkol etkisiyle; ağzından çıkan kelimeleri eğip büken bu garip adamı engelleyemediğim bir merakla dinlemeye başladım. Anlamış gibi hikâyeyi iyice garipleştirdi.
“Sen bir çiçeği sevebilir misin adaşım? Ben sevdim. Sarıldım bile. Nilüfer’di adı. Ve o an anladım ki meğer gerçekmiş tüm o efsaneler. Öyle “Allah Allah! Neymiş bu kadın, bu kadar,” der gibi merakla bakma da lütfen. Şimdi burada sana, eski zaman şairleri gibi kaşlarını, kirpiklerini uzun uzun anlatacak değilim. Yanlış anlama, güzel olmadıklarından değil. Bilâkis, emsali yoktu benim için. Fakat Mecnun olmayan nerden bilsin, alemde ne mevsimdir. Mecnun gözüyle bakmayan nasıl görsün, o çiçekteki güzelliği.”
“Ah adaşım ah! Sanma ki cahildim dünyanın rengine kandım. Ben onunla tamamlandım. Onsuz geçmeyen, onunla yetmeyen zamana bağlandım. Nasıl diye sormazsın bilirim ama yine de anlatayım. Günlerce saatlerce sürerdi konuşmalarımız. Sıkılmak şöyle dursun, yatalım artık dediğimizde dahi en az bir saat konuşurduk. Her seferinde de “Bu kadar mı benzerlik olur,” derdik. Aynı yemekleri sever, aynı şeylere güler, aynı şeylere kızardık. Hikâyelerimiz bile benzerdi. İnsan insanı yarasından tanır derler ya, biz yaralarımızın nerede olduğunu daha ilk anda anlamıştık. Sanırım biz onlara sarıldık. Elbet zıtlıklarımız da vardı. Misal o hızlı yürürdü, ben yavaş. O çay içerdi, ben kahve. Fakat hiçbirinden de rahatsız olmazdık. “Ah ah! Çok büyük konuşmuşum zamanında,” desek de anlardık birbirimizi. Yürürken ayak uydurur, kahve yerine çay, çay yerine başka şeyler içerdik de yine mutlu olurduk. Gülme öyle söylediklerime! Gerçekten de güzel bakan güzel görüyormuş. Ne yiyip ne içtiğin fark etmiyormuş; her şeyin tadı aynıymış. Önemli olan kiminle olduğunmuş.”
“Peki sen rüya görür müsün adaşım? Gerçi benimki de soru. Tabii görürsün. Herkes görür. Ben de görürüm. Peki sen hiç rüyalarına sarıldın mı? Ben sarıldım. O Nilüfer çiçeğine sarılıp yatmak yetmezdi de rüyalarımda bile görürdüm onu. “Eh ama artık sen de,” deme. İnan abartmıyorum. Edepsiz duygularımdan, tüylerim dahil kabaran her yerimden utanırdım ona sarılınca. İstemediğimden değil. İçim giderdi de yine de utanırdım o güzelliğin karşısında. Bir his, hiç bilmediğim bir his yapardı bana bunu. Aptallık kimine göre bu ama ben o anları tüketmeyi istemezdim. Yudum yudum içmek isterdim o ab-ı hayatı. Bir de onun, kollarımın arasında masum kedi misali küçülüşünü seyretmek her tür zevkten daha evlaydı. O küçüldükçe ben büyürdüm. Santim santim büyürdüm de dağı del dese tırnaklarımla delecek kadar güçlü sanırdım kendimi. Küçülürdüm de bazen. Bir hata yapmaya göreyim. Utancımdan karınca kadar kalırdım da saklanacak toprak bulamazdım.”
“Güzel şeyler gerçekten de aniden oluyormuş be adaşım. Ne dersen de Allah derdini biliyormuş da ona göre ilaç veriyormuş. Sen de ne olduğunu anlamadan mutlu oluveriyormuşsun. Gülse gül, dikense diken. Benim nasibime de en nazlısından nilüfer düştü işte. Şükretmemek ne mümkün. Unutmak ne hakkım. Yaşadım sonuna kadar. Çıkarsız, umarsız, plansız. Hiç düşünmedim yarını, hiç beklemedim karşılığını hislerimin. Belki de en çok bu yüzden mutluydum. Eee şair boşa dememiş, “Sen elmayı seviyorsun diye elma da seni sevmek zorunda değil,” diye. Benim işim sevmek. Sonrasını bir Allah, bir de o çiçek bilir.”
“Öyle gözlerini devirip de ayıplama be adaşım. Bilirsin, Tahir olmak da ayıp değil, Zühre olmak da. Hatta sevda yüzünden yanmak da. Zor da sanma yanmayı. En kolay iş o. Önemli olan o kıvılcıma rast gelmekte. Ben geldim. Alevim göklere ulaştı da mutlulukla yıkandım. Sanırsın küllerimden doğdum.”
“Nasıl? Ne mi oldu? Hiç, hiçbir şey olmadı. Ne gitti ne de kaldı. Öyle böyle bana mutluluğu hatırlattı. Kainatı güllük gülistanlık etti de yaşama sıkı sıkı tutunmayı öğretti. Şiir bile yazdırdı. Nasıl yazdırmasın? Dilim dönmezdi yanında da oturur yazardım bir köşede, kalemim yettiğince. İstersen okurum. Ona nasip olacağa benzemiyor ama belki sen beğenirsin.”
Ötesi yok, sonrası ölüm!
Fakat niçin yaşıyoruz?
Sevmiyor, sevilmiyor,
Bir bahar sabahında
Sevişmiyorsak kana kana.
Ve sarılmıyorsak birbirimize,
Gün batarken ufukta.
Ötesi yok, sonrası ölüm!
Koşarak giderken meçhule,
Hissetmiyorsak hiçbir acıyı,
Dertleşmiyorsak uzun uzun,
Niçin bunca kavga,
Bunca haklılık çabası?
Mutlu olamadıktan sonra.
“Hani zamanında biri demiş ya! “Kâfidir bir kelamın özüme. Senden gayrı kim görüne gözüme.” Şunca kelamın yerine, bu lâf bile yeterdi aslında da bakma işte, coşturdu şu meret. Yoksa kendime bile anlatamadıklarımı nasıl dökeyim sana. Kusuruma bakma! Hadi kaldır kadehini! Kaldır da hayra yorduğumuz tüm hayâl kırıklıklarına içelim şu mereti bugün de. Nilüferlere, papatyalara, dikenlere, güllere, sevdadan yanmayı göze alanlara içelim.”
Kaldırdım efendim kadehimi, kaldırdım. Bu garip Mecnun’un tüm söylediklerine, tüm anlattıklarına… Kaybetmeyi bile sevenlere kaldırdım. Fakat elim havada kaldı. Sanki benim kadeh kaldırmamı bekliyormuş gibi gölge misali aktı gitti divane. Sorgulamadım hiç. Utandı kanımca, dedim. Sonra da adamın arkasında duran kocaman aynada kendime baktım; güldüm ve hesabımı ödeyip, Mecnun’un anımsattığı şarkı dilimde, eve döndüm.
“Gölgemi aldım yanıma
Vurdum hasretin yoluna
Benzedim bahtsız mecnuna
Yüce Mevla’ya sığındım”
Ne diyeyim, belki de son paramla yaptığım en iyi alışverişti.
KADİR HORZUM

Kadir Horzum
Uşak doğumluyum. İlk ve ortaöğretimimi Uşak’ta tamamladıktan sonra yükseköğretimi sırasıyla; Balıkesir Astsubay MYO, Anadolu Üniversitesi AÖF İşletme ve Sosyoloji bölümlerinde tamamladım. Şu an Aile Danışmanlığı ve Yaşam Koçluğu yapmaktayım. 2020 yılında başladığım yazarlık serüvenimde “Kafamdaki Kalabalık” ve “Kalabalıktan Kalanlar” isimli iki adet kitabım Banliyö Yayınevi tarafından yayımlandı. Halen yazmaya devam ediyorum
YAZARLARIMIZDAN ÖYKÜLER


