Gökbanu Sezi Coşkuner
Yazı masasına yanaştım. Süt lekeli ampulün çatlak camı altında oturdum. Binlerce kez. Çatlağa parmaklarımı değdirdim. Gölgeleri masanın solgun yüzeyinde ince, gri bir ışık ağı örüyor; her çatlak, belleğimin birbirine geçmiş sınırlarını andırıyor. Sınırlar yok. Sınırlar var. Yok! Masamın ortasında bir bardak süt var. Gölgesi önümdeki sayfaların kenarlarında bir yağ lekesi gibi yayılıyor, kâğıdın içinde titreşiyor. Masanın üzerinde bir başına açık duran defter. Hiç kapanmayan. Hiç kapatamadığım. Açgözlülükle dişsiz ağzını açmış bekleyen bir yarık misali. Bu yarığın neyi beslediğini, hangi korkuları barındırdığını kendi içinde sorgulamalı insan. Ampulün üstündeki parmaklarımda acı yok. Sıcak da… Camın soğukluğu, annemin sesini duymadığım o sabahın boşluğunu taşıyor. Çatlak, hâlâ içeride bir yerde kapanmamış: yarı kayıp, yarı varlık. Defterdeki yarık… Süt, ışıkla karışarak annemin sıcaklığını taklit etmeye çabalıyor; ama bu sıcaklığı sarmalamış soğuk ya bir parça eksik ya da beni boğuyor.
İçimde hâlâ süt kokulu bir gölge var. Bazen fazla geliyor, bazen yetmiyor.
Kalemi elime aldım. Hep. Hiç. Titreyen kalemimin ucu, bomboş sayfayla ölümcül bir dansa girişiyor. İlk harf, karanlığın damarlarına ince bir çizgi çiziyor. Arkasından gelen sözcükler, o çizginin iki yakasını birbirine yaklaştıran görünmez bir dikiş gibi. Kelimeler ne tamamen duyulan ne de tamamen kaybolmuş bir sesle vuruyor. Her vuruş, yorgun bir kalbin zarı gibi geriliyor, aniden gevşeyerek boşluğa düşüyor. İlk noktayı koydum. Sesi aniden çaresizlikle solumaya çalışan bir nefes gibi yükseliyor. Sessizlik, sorularını fısıldıyor. Fısıltı haykırışa dönüşüyor. Çemberim daralıyor. Daraldım.
Sayfanın derinliklerinde yankılanan ses, bir an bir bebeğin anlık çığlığı kadar keskin, bir an okyanusun dibinden sürüklenen bir şeytan taşı kadar ağırlaştı. Nerede başladığını ve henüz bitmediğini unuttuğum hikâyemi emerken, satırların arasını süt lekeleri doldurmaya başladı. Gölgeli lekeler varlık ve yokluk arasında titreyen ince bir tül gibi geriliyor, kestiğimi sandığım göbek bağımın silueti olarak yeniden beliriyor. Süt… Lekeli izler içindeki bu gölge kimin? Kopuş. Kopmayış. Kopamayış. Yamalar, yara bantları, puslu kıtalar atlası.
Sırtımda taşıdım benim olmayan dünyayı.
Tam karşımdaki aynada buluyorum kendimi. Üzerine yapıştırılmış parçalarım, camın kırık yüzeyine tutunmuş yama sanki. Ayna maskelerin içini de görür mü? Yuttuklarının üstünü örtüp sonra da çırılçıplak kusan Ayna. Ben istemesem de de ayna beni yutuyor, sonra tüm katmanlarımı birer bire soyup beni kusamıyor. Kussun istiyorum. Kessin istiyorum. Beceremiyor. Beceremiyorum. Paramparça. Sırları dökülmüş ama açık etmiyor. Hangi yansımam sentetik, hangileri gerçeğin, gerçekliğin keskin hançerini taşıyor? Peki ya estetik? Nerede başlayıp nerede bitiyor? Vakit geçiyor. Eğilip bükülüyor. Yoruldum.
Süt bardağının sağ yanında unutmuşum: bir su bardağı, ay ışığını içine hapsetmiş. Bir buz tabakası kadar kırılgan. Dudağıma götürdüğümde, dilime süt tadı bulaşıyor. Biraz buruk, biraz tuzlu. Soğuk. Aklımda sorular, sorgular. Belleğimin gölgeleri masanın üzerinde upuzun bir çizgi halinde sürünüyor. Sıkıldım.
Sol duvardaki tahta iki raf. Alttakinin sol köşesinde anneannemden kalma antika saatin çarkları dönüyor. Tık… Tık… Her bir vuruş hem sonun hem de başlangıcın kapısını aralıyor. Zamanın kendisi kopuşumun gölgesinde salınıyor. Her tık, ne zaman suratımda patlayacağı belirsiz bir tokat gibi tenimde yankılanıyor. Bir zaman ne kadar eder? Zamanı kefeye koysam, kaç okka gelir? Yarım kalmış cümlelerim var benim. Birbirimize bakıyoruz. Gözlerimi kapadım.
Gecenin yarısı kaybolmuş. Geri gelir inşallah. İçim kazındı. Açlıktan diye umdum. Mutfak karanlık. Tabak almak için açtığım dolapta annemin eski turşu kavanozu, bol sarımsaklı lahana turşusu hem de, yakaladı beni. Bu sefer kaçamadım. Kapağını açtım. İçime, yıllar boyunca sakladığım ilk satırlarımın solgun, tozlu kokusu doldu. Kavanozu alıp mutfaktan çıktım. Açlıktan değilmiş. Bir elimde kavanoz, bir elimde kapağı, sigaramı yaktım karşı duvara. Kalbim elimde kaldı. İçinden sayfaları birer birer çıkarttığımda, önce cümleler, sözcükler sonra da harfler süt lekesi gibi yayıldı ellerime. Parmak izlerim yollarını kaybetti. Damıtılmamış anılar, yıpranmış bir haritanın pusulası gibi belleğime aktı. Yollarını bulamadılar. Avuçlarımda süt lekeleri, belleğimin yokluğunda kendimi aradım. Sandalyem yüksek geldi. Yere oturdum.
Yerden kalkıp pencereye yürüdüm. Perde yarı çekik, şehir ışıkları belli belirsiz. Camın ardında titreşen ışıklar, kırık kenarlarımdan süzülen anılarla dolu bir labirent çiziyor. Neredesin Daedalus? Hani söz verdiğin kanatlar? Ariadne’nin kırmızı iplikleri? Bıraktığım her el izi siliniyor teker teker. Defterin son sayfası ve arka kapağına kazınmış eski kelimeler. Ve bitiyorum. Masama geçtim.
Eski öykülerden alınmış birkaç kelime, hâlâ defterin köşesinde gölgeli çizgiler oluşturuyor. Bardaktaki sütü döküyorum defterin üzerine. Ve lekenin genişlemesini, defterdeki her bir kelimenin içine, içime yayılıp yavaş yavaş emilmesini büyük bir hazla izliyorum. Hikâyemi sütle besliyorum. Satırlar birbirine karıştıkça ben besleniyorum. Islak satırlar bedenime, ben de onlara yaslanıyorum. Belleğimin sınırları kaybolan kelimelerle daha da netleşiyor. Karşımdaki aynaya bakıyorum bir kez daha. Kırık, sırları dökülmüş. Kendimi ilk defa görüyorum. Kusuyorum. Rahatladım.
Kalemimi elime aldım son bir defa. Önümde yeni bir defter ve tertemiz bir sayfa. Kalemimin ucunda toplanan son damla süt belirginleşen bir eşiğin titreşen yankısı gibi. Sayfanın ortasına doğru yuvarlanırken satırlar arasında öyle bir boşluk bırakıyorki… Okuyabilenin son cümlesini yazabileceği kadar geniş, kendi soluklanışıyla dolacak kadar derin. Tok. Doymuş. Sessizlik son kez fısıldıyor. Sesi bu sefer haykırışa dönmüyor: “Şimdi sıra sende.” Gözlerimi açtım.
Gece, ben, defter, kalem. Ve su. Avucumdaki süt lekeleri nerede? Tek bir kelime yazıyorum deftere: “Hiç.” Kalemimin ucunda mürekkep damlası. Koyu siyah. Tek bir damla yaş. Sağ gözümde birikmiş. Sayfaya düştüğünde biliyorum. Gölgem artık sadece bana ait. Boşluk benim. Hiçlik sadece bir başlangıç. Bitti. Başlıyorum.
Veee perdee!

Gökbanu Sezi Coşkuner, Ankara’da doğmuş, ilkokul 5. sınıfta İngilizce öğretmeni olmaya karar vermiştir. 1998’de ODTÜ İngilizce Öğretmenliği Bölümü’nden mezun olmuş, öğrencilik yıllarından itibaren çeşitli kurum ve kuruluşlarda öğretmenlik yapmıştır. 2001 yılından bu yana ODTÜ Temel İngilizce Bölümü Hazırlık Okulu’nda öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır. Evlidir, Tılsım ve Alkım’ın annesidir. Çok küçük yaşlarından bu yana kitap, film ve yazma ile dolu bir hayatı yaşamaktadır. Birçok kolektif eserde, dijital ve matbu dergilerde öykü ve yazıları yayımlanmıştır. Ömrünü okuyarak ve yazarak geçirmekte kararlıdır.


