Melek Toksoy
Patara Antik kentinde arkeolojik kazı sınırları dışında, koyunlarını otlatan Rasim, güneşin yakıcı saatlerinde rehavet içinde yere çöktü, bir taşa yasladı sırtını. Koyunlar da dinlenmeye durmuşlardı. Çantasından bir kitap çıkardı. Patara Krallığı Antik Tarihi… Açtı, sayfaları kaldığı yerden okumaya başladı. Bir süre sonra aklında Neron’la, yanına koydu kitabı. Çantasına elini soktu tekrar, gülümsedi, aradığını çıkardı. Gümüşi renkte, uzun kenarları desenli ama oksitlenmiş bir mızıka. “Ey Çoban” notalarını üflemeye başladı. Notalar Patara’nın pek terk etmediği rüzgârıyla kucaklaştı, ardından beraber antik kentin yemyeşil otları arasında serpilmiş taşlarına, sütunlarına, amfi tiyatrosuna kadar gezindiler. Mızıkayı üflerken başı da eşlik ediyordu şarkısına, yüzü gökyüzüne uzandı, güneşin tüm ışığını yüklemesiyle gözleri kamaştı, müzik aleti parladı, onu yere bıraktı. Kalktı ağır ağır, amfi tiyatroya yürüdü. Omuzlarında kırmızı imparatorluk pelerini başında defne yapraklarından bir taç vardı. İçeri girer girmez gördüğü kalabalığa gururla baktı, duruşu daha bir dikleşti, çenesini daha bir kaldırdı, sesler tezahüratlarla yükseldikçe göğsü nefesiyle şişti. Sahnenin tam ortasında durdu. Kollarını kaldırdı. Azalan uğultularla sustu herkes.
“Ben büyük imparator Neron. Şimdi halkıma lütufla şiirler okuyacağım:
‘Ey güneşin tutulduğu günlerin şarkısı, dinle beni…’ ”
Şiiri, Homeros’tan bir destandı. Şiirin her dizesi, Neron’un tok berrak ama bir o kadar melodik sesi, denizleri aşan gemiler gibi güçlü, her kelimesi, her vurgusu, düşman kalelerine saplanan oklar gibi isabetliydi. Tiyatronun her köşesinde yankılanıyor, dinleyenleri büyülüyordu. Alkışlar “Yaşa Büyük İmparator!” nidaları ile göğe yükseliyordu. O, Neron’du. Gücü yeteneklerinden, şiirle taçlandırdığı sesinden geliyordu, kimsenin alay edemeyeceği kadar mükemmeldi. Kalkanı, zırhı kendisiydi. Aklıydı.
Şiiri bitti, halkına selam verdi, aynı adımlarla döndü dinlendiği yerine. Mızıkasını yerden aldı, koydu çantasına, kitabını da. Yaslandı alıştığı bu antik taşa.
Patara Antik Kemeri’nin altından sahile uzanan taş parke yola, geçen arabalara, sahile yürüyen insanlara baktı uzun uzun. Gün ilerlemiş güneş inmeye, gökyüzü kızıla dönmeye, yürüyen insan seli çıkış yönüne kaymaya başlamıştı. İki kişi parke yoldan ayrıldı Rasim’e doğru. Birinin koltuğunda top vardı. Vücut dilinden anladı kimler olduğunu. Yanakları seğirdi, iç çekti, şapkasını yüzüne indirdi.
“Na na napiyon Ra Ra Rassim?” dedi Recep.
“U u uyu yyo yon mu Ra Ra Rass Rasimm?” diye devam etti İlkay, Rasim’e eğilerek.
Şapkasını yavaşça başparmağı ile geriye savurttu Rasim. Doğruldu, asker selamı ile hoş geldiniz işareti ile başını salladı. Konuşmadı.
“Bi bi bizzz tttop oy oyyy oooyyy oyn oyn nadıkk Rassimm.”
“Sss senn ko koyy yunn ottlattt.”
“Giddinn ha haydi, ben ben benni raht bırrakn.” Bir çırpıda konuşmuştu ayağa kalkarken.
O esnada az yukardaki evlerinden annesi seslendi. Ardından koştu onlara doğru. Gençlerin karşısında bitti. Yüzlerini inceledi, gözlerini gözlerinin içine dikti oklar fırlattı eli belinde.
“Len oğlancıklar, yine mi siz! Ne istersiniz Rasim’den. Sizi cebinden çıkarır da kumlara gömer benim çocuğum. Tırna olamazsınız. Sizi sünepeler sizi.”
Sonra oğluna döndü: “Rasim, yemek hazır, diyecektim sana.”
Oğlanlar oyunları kesilmiş, hevesleri kursaklarında toparlandılar. Biri, küçük bir ayna çıkardı, uzun saçlarını eline tükürüp düzeltti, diğeri ona göz kırptı. “Yakışıklısın. Eh bakarsın yolda güzel kızlara rastlarız,” dediler, Rasim’e tepeden bakarak. Uzun saçlı olanı aynayı arka cebine sapından soktu, Rasim’in annesinin yeni bir saldırısına fırsat vermeden hızla parke yola koştular. Ardından onlara bakan Rasim annesine seslendi.
“Annne üzülme, bben i iy iyiym. Ahmet’le Utku bizz ttop oynuyos z aza zatten”
“Oğlum az yükseltsene sesini bunlara, sen alttan aldıkça dalgaları daha yükseliyor. Bi kere acıtsan şu gibileri kumun dibine gömülürler valla!”
“Ta tammam anne. He hhep diyosn. Ben yeme giddiyom.”
Kadın koyunlara daha yakın bir yer seçti oturdu o da bir taşın dibine. Rasim, atadan evlerine çıktı. Sit alanı içinde kalmıştı evleri. Çok eski bir yapı olduğundan yıkılmamıştı. Yukarı çıkan parke yol kenarlarında su birikintileri de güneşin arada çıkardığı ışıklarıyla yarı gölgeli parlıyorlardı. Uzandı birikintilerden su avuçladı yüzünü başını ısladı. İlerilere uzandı bakışları hipodromun son yıllarda az çok ortaya çıkmış alanına doğru. Hipodrom da gölgesini gömülmüş olduğu kumullarda bırakarak yavaş yavaş yeryüzüne iyice yükseldi yükseldi yerleştirdi kendini temelleri üzerinde.
Patara Hipodromu’nun tepesi gök; bir tarafı düz, diğer tarafı yarım daire şeklinde doğal yamaçlar şeklinde oyulmuş basamaklarında oturmuş seyircileri, bekliyorlardı. Zemin topraktı, düz sahanın iki ucuna demir halkalı mermer çemberler dikilmişti. Tribünlerde Likyalılar değil modern giyinmiş bir avuç turist vardı.
Neron güçlü gövdesi ile gururluydu, tahtadan oyulmuş ve deriyle kaplanmış bir top koltuğunda, ilerledi. Ardından takım arkadaşları takip ettiler. Diğerleri az geride O ise ortada durdu. Karşısında zalim Gassius ve Tigellinus ve yandaşları vardı. Hepsinin üzerlerinde tunikler, ayaklarında deri sandaletler vardı.
“Gözünüz toprakta olsun delikanlılar!” diye seslendi gözlerini kısarak bakıyordu onlara. “Bugün yenileceksiniz!”
Neron, topu sürerek ilerledi.
“Bunu göreceğiz Neron, daha yeni başlıyoruz!” dedi karşısındakiler.
“İyi olan kazansın!”
Neron’un bu lafına çok güldüler. Neron yandaşları O’na sakin olmasını fısıldadılar.
“Sen kötüsün Neron! Sadece kendine kötüsün tabii!”
Yandaşları gerilen Neron’a sakin olmasını fısıldadılar. Neron tribüne döndü, seslendi:
“Kötüdür insanlar.” (*)
Sonra bir adımla kendi karşısına geçti. “Hayır, insanlar iyidir. Onlara kötü oldukları öğretilmiştir, onlar da inanmışlar buna.” (*)
Selam verdi ve basketbol başladı.
Top sürme sesleri, antik hipodromda yankılandı. Neron, bir ok gibi fırlayarak arkadaşının önüne çıktı. O koştukça zıpladıkça tribünlerdeki halkı da tek bir enerji bütünlüğünde hareket ediyordu. Karşısındakiler hayret nidalarını bastırmaya çabaladılar. Ani bir hareketle topu kaptı ve hızla potaya doğru koşmaya başladı. Ayağındaki sandaletler tozu dumana kattı.
Mermer çemberin önüne geldiğinde, tribünlerden bir uğultu yükseldi. Sıçradı, topu güçlü bir hareketle potaya doğru fırlatıyordu ki; hipodromun bir köşesinden yansıyan bir aynanın ışığı gözlerini kararttı, topu boşa yükseldi rakiplerine geçti. Hipodrom aaaa seslerine gömüldü
“İşte bu!” diye bağırdı karşı taraf coşkuyla. “Patara, basketbolu kabul etti! Neron da kaybetti” Zıplıyorlar sarılıyorlardı birbirlerine. Neron ve arkadaşları, alınlarındaki terleri sildiler, suratları kızarmış bozguna uğramış olmanın ağırlığında “Peki, kabul edelim. Ama unutmayın Gassius, Tigellinus ve siz yandaşları, ikinci devre her zaman benimdir, bizimdir!”
İkinci devrede buluşmak üzere ayrıldılar.
Patara’da gün batımı da güneşi gibi bu antik kentin taşlarını, yüzyıllar sonra ilk kez, bir basketbol maçının coşkusuyla tarih ve modernlik buluşmasını taçlandırırcasına daha bir aydınlatmış, daha bir renklenmişti.
Hipodromdan yandaşlarıyla çıktı, toprak ıslaktı, yürüdükçe ara ara bastığı yerlerden sular sıçrıyordu. Daha yoğun su birikintilerine doğru eğildi, ellerini ıslattı avuçlarıyla yüzünü başını serinletti. Karnı guruldadı. İyice acıkmıştı. Arkadaşlarına teşekkür etti. Evlerine az mesafe kalmıştı. Babası balkonda yemeğe bekliyordu. Günün akışı üzerine sohbet ederek yemeklerini bitirdiler. Patara’nın eşsiz grubu tüm renklerini hala bonkörce sunuyordu hanesinde yaşayanlara. Babasından müsaade istedi, annesiyle koyunları ağıla sokmak üzere aşağı sekerek yürüdü.
Annesi oğluyla sürüyü toplarken, ayrılan kuzuların peşinden koşturmasını, onlara seslenişini tebessümle izliyordu. Ağılın kapısını kapattılar. Eve geçtiler, köpüklü kahvelerini hep beraber höpürdettiler TV karşısında. Saatine baktı Rasim, annesi daha erken, dese de omuz silkti, yatacağını söyledi. Girdi odasına, soyunurken, hipodrom tarafında bulduğu, İlkay’ın düşürdüğü aynayı hatırladı. Çıkardı cebinden sehpaya özenle koydu. Pencere duvarına dayanmış yatağına uzanırken aynayı tekrar eline aldı, tembel tembel oynatırken, derinleşmiş ay ışığı odada gölgeler arasından aynaya yansıdı.
Tekrar karşı karşıya geldi iki takım. İkinci devreye hazırdılar. Hipodrom meşalelerle aydınlatılmıştı. Gökte ay onları izliyordu. Neron dik duruşunda delici baktı karşı takıma. Bu defa iyice düşündü, daha stratejik olacaktı. Topun sürünme sesleri göğe kadar yankılandı, herkesin önüne geçti Neron, hızla yakaladı, etrafındaki sesler kesilmişti. Kendi de topun ardından yükseldi ki; top, demir halkadan geçerken tüm hipodromu çınlattı. Neron gururluydu. Başarmıştı. Tribünde yoğun bir hareketlilik, alkış ve coşkulu sesler hipodromu sallıyordu. Neron arkadaşlarıyla tribüne selam verdi. Ardından onların bir adım önüne geçti. Dimdik durdu, başını gökte parlayan aya çevirdi, bakışları zafer kazanmış bir imparatorun parıltısındaydı…
* Odessa Öyküleri – İzak Babel – Alıntı: S.50

Melek Toksoy, Antalya doğumlu. Ege Üniversitesi Fen Fakültesi’nde okudu. Turizm ve otelcilik alanından emekli oldu. Yaratıcı yazarlık atölyelerine katıldı; insanlar, hayvanlar, doğa her daim ilgisini çektiğinden, sandığından günlük ve karamalarını çıkartarak yazın hayatına başladı. Beş kolektif kitapta öyküleri yer aldı, çeşitli dergilerde yazıları yayımlandı.


