Benan Bilek
İki koltuğun solda olanında oturuyordu yine, salon kapısının hemen karşısında. Bağırtılı evin iki koltuk arası fiskos masasının üzerindeki biblolar sessizliğe hiç tanık olamamışlardır. Diş fırçasıyla ince ince de temizlenmiyorlardı epeydir.
O da her zamanki gibi değildi bu kez. Parmakları koltuğun eprimiş kumaşında daireler çiziyordu, sanki onun bedeninin parçası değildiler. Apartmanın ikinci katındaki pencereden gün ışığı sızamıyordu içeriye. Parktaki çocukların sesi sadece uğultuydu, neşesiz, cansız, alelade. Bisiklet zilleri, araba kornaları, hiçbiri duyulmuyordu. Zaman hüzün zamanıydı, evet. Benim çocukluğumun bittiği, anneminse çocukluğa geçişinin ilk günü. Babamsızdı artık annem ve koltuğunda küçücüktü.
Yıllar önce Alsancak’taki bir mağazadan alınan cimcime desenli halının zamana meydan okurcasına tertemiz kalan püsküllerine gitti annemin ayağı. Terliğinin ucuyla oturduğu yerden itekledi püskülleri. Dağıttı. Babamı, ablamı, beni halının püskülleri yüzünden günde en az üç kez paylayan annem şimdi bize kızdığı şeyleri yapıyordu farkında olmadan. Hep halının dar kenarına katlanıp saklanan püsküller özgür kaldıkça karıştılar sanki. Dikkatini başka bir şeye çekmek istedim, belki farklı bir şeyler konuşursam üzüntüsü de dağılırdı.
“Bu halıyı ne zaman almıştık, hatırlıyor musun?”
Boş boş baktı yüzüme, annem gibi değil. Cevap vermedi. Zaten bana da saçma gelmişti kendi sözcüklerim. Kendimi mutfağa atıp bir sigara yakmak istedim.
Karşıdaki sayısız pencereye uzanabileceğini düşündüm ellerimin. Karşımda dizili hayatlara “Benim babam öldü! Benim babam öldü!” diye bağırasım geldi. Mutfağa yaklaşan topuk tıkırtısına döndüm, teyzem bana bakıyordu gözleri yuvarlarından fırlamış halde.
“Yok, korkma, sadece nefes almak istedim,” dedim buruk bir gülümsemeyle, “kendimi atacak değilim.” Kaygıyla bakıyordu hâlâ, yine de cevabımı duyunca biraz rahatladığını hissettim.Aklı kalmasın diye pencere kenarındaki köşkümden kalktım. Mutfak tezgâhının üzerinde duran irmik paketini, sütü ve şekeri ocağın yanına götürüp raftan su bardağı alışını izledim. Sonra buzdolabını açtı, tereyağını çıkardı, bir parça kesip tencereye bıraktı. Isınmaya başlayan tencerenin zemininde dönenmeye başladı yağ hemen. Geri kalanını buzdolabına geri koyup ocağın başına dönerken durdu. Neredeyse fısıldadı.
“Ne yapıyoruz biz ya? Gerçekten eniştemin helvasını mı karacağım ben şimdi?”
Bu soruyu bekliyordu sanki kirpiklerimin ucundaki yaşlar, acım gözlerimden fışkırdı birden. Hüznüm, yoksunluğum duramadı, ince ince akmaya devam etti sessizliğimizde. Oysa ben babam hastaneden bu sefer de yürüyerek dönecek sanıyordum eve. Ankara’dan her gelişimde olduğu gibi beni otogarda karşılayacak, yol boyu susmadan konuşmama katlanacak, apartman kapısından girer girmez ben asansöre yönelsem de, “hadi bakalım tembel, asansörü meşgul etme, ikinci kata çıkıyorsun, yürü merdivene” diye sataşacak, ben bu lafı beklermişim gibi kirinden ağırlaşmış giysilerimi tıkıştırdığım bavullarımla eve ondan önce ulaşmak için, basamakları ikişer üçer çıkacaktım. Gürültümüze kapısını açıp çirkin suratını gösterecekti birinci kattaki yoluk saçlı kadın, babam sadece benim duyabileceğim usturuplu bir küfür mırıldanıp kadına dönecek ve gururla “Kızım geldi teyzesi, kusura bakma” diyecekti. Ben illaki huysuz huysuz “Nereden teyzem oluyormuş bu uyuz” diye nazlanacak, annemin açık bıraktığı kapıdan içeriye girdiğimde, onun benden daha mühim gördüğü ocağa koymuş olduğu çayın kokusunu çekecektim içime. Garaja gelmeden önce alıp da arabanın içini kokuttuğu su böreklerinin kutusunu sallayacaktı babam sonra, tabağa bile koymaya gerek görmeden kutusuyla bırakacaktı kahvaltı masasına. Ablam işe gitmiş olacaktı biz eve gelene kadar, o yok diye azıcık surat assam da sonra unutacaktım. “Hastane nasıldı?” diye soracaktım babama, “nasıl olacak eşşoğlueşşek” deyip çatalı elime batıracaktı. Gülecektik aptal aptal. Annem “küfretme!” diye uyaracaktı ve babam kendine bile yabancı gelecek bir tonla “peki karıcığım,” diye cevaplayıp bana göz kırpacaktı anneme çaktırmadan. Öyle olmadı. Üç hafta kaldı babam hastanede. Bir daha su böreği almadı.
Teyzem ocağın altını kapattı, helvayı yapmaktan vazgeçti. En azından o an. “Ben biraz içeriye gideyim,” dedi beni aslında yaşlarımla yalnız bırakmak için, mutfaktan çıktı. Yeni bir sigara yakıp pencere kenarındaki yalnızlığıma döndüm ben de. Kente baktım. Ankara’dan farklı memleketime. Kocaman caddeye, çocukluğumun geçtiği sokaklara, daha uzaktakilere, her yere. Sessiz, soğuk, bomboş, gündüz vakti karanlıktı her yer. Bitişikti evler hep, pencerelerinden gözyaşları akıyordu sanki yollara. Zaman o evlerde de hiç geçmiyordu, belli. Ölüm sinmişti uçuşan perdelerin her birine. Bütün kız çocukları neşesini kaybetmişti ablamla ben gibi ve halıların saçaklarını itekliyordu bütün anneler.
Sigaramı pencerenin pervazında söndürüp ucu ezilmiş izmariti sokağa fırlattım. Güzelim ahşaba zarar vermek istedim, bilmiyorum neden. Oysa o halının cimcime deseni gibi coşkuyla ağırlamak isterdim babamı bu evde, hak ettiği gibi, incitmeden. Birkaç ay önce ilk kez hastalandığında babam ablamla benim kollarımızda tuvalete doğru giderken üç metrelik mesafeyi on dört dakikada geçebilmiştik. Biz iki kardeş babamı düşürmekten korkup tedirginliğimizi de belli etmeden babama güç olmaya çalışırken annem yine halı püskülü peşindeydi, inanılmaz. Babam sırf biz üzülmeyelim diye hiç mecali yokken hızlanmaya çalışırken, annem ardımızda kalan püskülleri halının altına çeviriyordu yine. Çok yorgundu babam, görmedi annemi. İyi ki görmedi, çok üzülürdü herhalde.
Şimdi hiç dönesim yok içeri. Babamın olmadığı bir evde nefes alamam ki ben. Onu yatağında bırakıp Ankara’ya gittiğim o ilk hastalığı zamanındaki kadar öfkeliyim şimdi. Babamın son ânına eşlik eden doktoru, hemşireleri, hastabakıcıyı, hademeyi, herkesi ama herkesi kıskanıyorum şu an. Bir hamlede salona girip, açık kapıdan sessizce girip koltuklarımıza yerleşen herkese haykırmak istiyorum kızgınlığımı. Hayal kırıklığımı yüreğime bastırıp öfkeyle bağırmak istiyorum herkese.
Pencereme dönüyorum tekrar, kenarına tutunuyorum usulca, ilişiyorum köşküme. Biraz önce yaraladığım ahşaptan özür dilercesine okşuyorum iki yaz önce yağlıboyasını babamın yaptığı pervazı. Ayağa kalksam düşeceğim, biliyorum. Hiçbir yanım tutmayacak belki de babam gibi. Sokağa bakıyorum, çocuklar oynuyor. Sesleri bana kadar geliyor. Anneleri sesleniyor sokağın tüm çocuklarının, “Haydi, yemek saati, girin artık içeri!” Tüm sokak başlarından babalar görünüyor; ellerinde alışveriş torbaları, meyveler, kabuklu yemişler. Çocuklar babalarının elini tutup apartmanlarına giriyorlar. Elimde olmadan gülümsüyorum, çokça kıskanarak.

Benan Bilek, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümü’nde okumak için geldiği İzmir’de yaşayan bir İstanbullu. Öğrencilik yıllarından bu yana iletişim sektörünün farklı dallarında görev yaptı. Metin yazarlığından ajans başkanlığına, dergicilikten senaryo yazarlığına uzanan iletişim deneyiminin sonunda yolu sanata vardı. Un elekleri üzerine ipliklerle yaptığı resimlerle pek çok kişisel sergi açtı; “Yaşam Elekleri” atölyeleri düzenledi. Türkiye’nin izleyicisi sadece kadın olan ilk stand-up projesini hayata geçiren Bilek’in Gece Tuşları, Duvarlar Şahit, Çin Çin Çini Mini Hanım, Rezene öykü kitaplarının yanı sıra Punta – Bir Meyhanenin Romanı adlı eseri bulunuyor. Bilek, öykü yazmaya, sahne gösterilerine, özel atölye çalışmaları ile kasnak ve elek üzerine ipliklerle resim yapmaya devam ediyor.


