Kadir Horzum
Esenler Otogarı’nın hengamesi içinde kan tere batmış yürüyen Cemil, metro girişine gelince çantasıyla salça bidonunu yere bıraktı ve terini silip çevresine bakındı. Yapacaklarını bir türlü sıralayamadı zihninde. Hangi metroya binecek, hangi durakta inecek, oradan nereye geçecekti? Yüzünü sıkıntıyla buruşturdu. Göbeğini kaşırken sinirli sinirli söylendi.
“Kaç kere dedim yaz diye. Kırk yıllık İstanbulluymuşum gibi anlattı da anlattı. Yazsana be kadın!”
Gördüğü ilk banka oturmuştu. Misafir olacağı arkadaşına telefon etti. Açan olmadı. Bir sigara yaktı.
“Beylikdüzü. Beylikdüzü’ne gidecektim.”
Etrafına bakındı. Soracak insan aradı. Herkes bir telaş koşturup duruyordu. Kimseyi durduramadı.
“Bendeki de iş. Kaç paralık telefonum var. Hem de yapay zekalı. Ona soracağıma adam arıyorum çevremde.”
Sordu. O da anlattı. Metroyla Merter’e gidecek ardından da metrobüse geçecekti. Yüzüne çocuksu bir memnuniyet yerleşti.
“Ulan zilli helal sana be! Dokuz kadının yapamadığını yapıyorsun. Bir de koynuma girsen var ya…”
Keyifle geriye yaslandı. Sigarasından bir duman çekti. “Eh, o işi de bugün halledeceğiz inşallah,” diyerek, akşam olacakları hayallendi. Bu ara telefonu çaldı. Arayan, gideceği arkadaşı Kezban’dı. Kızgın fakat nazikçe açtı telefonu. Uykudan yeni uyanmış olan Kezban ise mahmur, bitkin sesiyle konuşuyordu.
“Günaydın canım! N’aptın, geldin mi?”
“Sana da günaydın gulüm! Esenler’deyim. Metroya bineceğim. Gelecek bir şey var mı? Ekmek falan alayım mı?”
“Ay yok be! Ne ekmeği! Ben ekmek yemem. Sen yiyeceksen kendine al! İlla bana bir şey alacaksan, benim evin yakınında fırın var. Oranın poğaçaları güzel oluyor. Hem kaymak falan da satılıyor. Okey!”
Cemil muzır muzır güldü. “Okey, okey! Anam cevizde koyduydu çantaya. Sana hediye olsun diye. Bal da alayım, iyi gelir. Güç verir ikimize de.”
Kezban oralı olmadı. “Seviyorsan al! Ben pek sevmiyorum.”
Telefonu kapattılar. Sigarasını söndürürken telaşla üstünü başını toparlamaya başladı. Önce beyaz gömleğinin eteklerini, oturmaktan kırışmış keten pantolonunun içine soktu. Ardından da yanındaki kapı camından kendine bakarken söylendi.
“Güya sıfır pantolon giydik. Şu hale bak. Keşke akşama giyseydim. Neyse, Kezban ütüler nasılsa.”
Çantasını, salça bidonunu aldı, metroya doğru yürüdü. Turnikelerde para değil de kart geçtiğini görünce yine şaşkın şaşkın etrafına bakındı. Bu sefer güvenlik görevlisini gördü. Kart alacağı makineyi öğrendi ve para bozdurmak için en yakın büfeye yanaştı.
“Selamın aleyküm usta, kolay gelsin!”
“Aleykümselam hemşerim, buyur!”
“Şu iki yüz lirayı ikiye bölüversene sana zahmet.”
Adam çıkıştı. “Burası banka değil hemşerim. Para bozduracaksan bir şeyler al!”
Cemil şaşırdı. “İyi madem şu sakızdan ver bari!”
Adam iki yüz lirayı aldı. Yüz lira geri verdi. Üstünü beklediğini görünce yine çıkıştı.
“Sakız yüz lira birader.”
Cemil sinirlendi.
“Al sakızını o zaman.”
“Hadi hemşerim hadi. Kapatma dükkânın önünü sabah sabah.”
“Adam mı kazıklıyorsun birader! Ver paramı!”
“Sorsaydın hemşerim. Hadi uza! Yoksa kötü olur.”
Cemil durdu. İnatlaşmakla boş vermek arasında gitti geldi. Neden sonra, söylene söylene makineye doğru yürüdü. “Ulan dua et bekleyenim var. Yoksa ben sana yapacağımı bilirdim.”
Elindeki yüz lirayı makineye soktu, kartı aldı. Turnikelerden geçip metroya indi. Kalabalığın içinde korkuyla; cüzdan cebini tuta tuta bindi gelen trene. Metrobüse kadar da böyle gitti. Metrobüste aktarma yaparken Kezban’dan yeni mesaj geldi.
“Fırından sonra markete de uğrasana. Domates, salatalık, peynir, zeytin bir şeyler al.”
İtiş kakış içinde metrobüse binen Cemil, sıkıştığı köşede boncuk boncuk ter içinde yazdı.
“Olur gülüm. Başka ihtiyaç var mı?”
“Seversen sucuk, sosis, pastırma onlardan da al. Hatta sen en iyisi marketteyken beni ara. Akşama da bir şeyler lâzım.”
Cemil kendi kendine söylense de, “İstersen gelince beraber çıkalım markete.” diye cevapladı.
“Olmaz öyle, millet görür laf eder. Paran yoksa yollayayım.”
“Ne demek paran yoksa! Hem evine misafir olacağım hem de sana para mı harcatacağım? Ne lazımsa alırım ben.”
Kezban cevaplamadı. Cemil sıkıştığı köşede, ayaklarının arasındaki salça bidonuna daldı bir süre.
“Gururlu kız vesselam. Baksana para bile teklif ediyor. E İstanbul bura. Kolay mı yaşamak. Ayak üstü beni yüzlük edenler bu kıza ne yapmazlar. O da haklı. Kim bilir kimler neler istemiştir… Ta memleketten beni çağırdığına göre her yer insan ama adam yok demek ki bu memlekette. Aman bana ne canım. Ben iki gün gönlümü eğlendirir, Ayasofya’da iki rekât namaz kılar dönerim memlekete. Yaşayanlar düşünsün.”
Metrobüs, ineceği durağa geldiğinde, yeni bir itiş kakışla attı kendini dışarı. Bir umut Kezban’ı aradı. Ben geldim, dedi. Kezban güldü. Dolmuşa binmesi gerektiğini, yarım saat daha yolu olduğunu söyledi. Cemil’in omuzları çöktü. On iki saat olmuştu. Tam on iki saattir yoldaydı. Uykusuz, yorgun ve açtı. “Ben bu halde akşam ne yapacağım? Yorgunluktan rezil olmasam bari. O kadar da attık tuttuk” diye söylendi içinden. Aklına arkadaşının, yanında bulunsun diye verdiği ilaç geldi. Cebini yokladı. “Olmadı atarım bir tane” derken sıcak simit kokusu geldi burnuna. Usulca tablaya yanaştı. Tam, “Bir simit ver,” diyecekti ki durdu, kendinden emin tavırla sordu. “Simit kaça usta?”
Adam garip garip karşısındaki ufak tefek tıknaz adama ve elindekilere baktı. “Otuz lira.”
“Ne! Ne otuzu? N’aptın usta!”
“İşine gelirse kardeşim. Bu sıcakta tezgâh açmışım buraya. Bedava mı verecektim simidi. Hadi kapama tezgâhın önünü.”
Cemil söylene söylene devam etti yoluna. “Arkadaş anlımda enayi yazıyor sanki. Önüne gelen bizi kucağına almaya çalışıyor. Nasıl memleket burası. Birini dövmeden döneydim memlekete.”
Üst geçitten Esenyurt tarafına doğru inip, E-5’in yanındaki dolmuş durağına doğru gitti. İlk dolmuşçuya sordu. Tarifi alıp da gelecek dolmuşu beklerken yandaki simitçinin para üstü olarak otuz beş verdiğini gördü. Hemen bir tane aldı ve gurur içinde yemeye başladı.
“Hey yavrum be! Biz kaçın kurasıyız! Bura İstanbul’sa ben de bugüne bugün Cemil’im. Adam sarrafıyım. Feleğin çemberinden geçmişim. Askerliğimi bile çavuş olarak yaptım ben. Yer mi Anadolu çocuğu bu numaraları. Heheyt!”
Bu ara dolmuş gelmişti. Bu da tıklım tıklımdı. “Bu memlekette hiç kimse oturarak gidemiyor herhalde,” diye söylene söylene, bir telaş bindi. Yine salça bidonunu ayağının arasına koyup, başladı dikilmeye.
“Ah anne ah! Bilmezsin etmezsin nereye gideceğimi, ne zaman yola çıksam zorla tutuşturursun şunu elime. Kim n’apsın senin salçanı. Eski kafa işte…”
Camdan dışarıya baktı.
“Bu da önce Beylikdüzü’nde yaşıyorum dedi, şimdi de Esenyurt’a geleceksin diyor. Esenyurt Beylikdüzü’nün mahallesi olsa gerek. Buralar için haberlerde hiç iyi şeyler söylemiyorlardı ya… Aman neyse, haberler neyi doğru söylüyor ki. Onlara kalsak uçuyoruz… İnşallah doğru gidiyorumdur.”
Son durakta inerken dolmuşta kimse kalmamıştı. İner inmez telaşla etrafına baktı. Kezban’ın gönderdiği konuma göre daha yirmi dakika yürümesi lazımdı. Saat ise öğlene geliyordu. Ne ara uyuyacak, ne ara duş alacaktı da ne ara…
“Allah’tan şu simidi yedim. Yoksa bir de açlık çekemezdim.”
Yorgunluktan küçük adımlarla devam etti yoluna. Evin yakınlarına geldiğinde Kezban yeniden mesaj attı.
“Sen de ne ağır kanlı adam çıktın. Kaç saattir aç biilaç seni bekliyorum. Bir gelemedin.”
Cemil kendince kızsa da bir şey demedi.
“Sabret oğlum, hele akşam olsun… O zaman alırsın hırsını. Onun derdini de ıstırabını da…”
Markete girdi, Kezban’ı aradı.
“Gulüm ben marketteyim. Domates, biber dışında ne istiyorsun?”
“Kahvaltılık al işte. Peynir, zeytin, seviyorsan sucuk, salam, sosis.”
“Yok ben sevmiyorum onları. Hem diyeydin memleketten getirirdim. Bunlar ne ki?”
“E illa söylemem mi gerekiyor, düşünüp getirseydin. Neyse, sen sucuk al. Sana güzel bir sucuklu yumurta yapayım.”
Cemil’in içinin yağları eridi.
“Olur gulüm.”
“Fakat öyle basit marka alma, dokunuyor bana. C… marka olanından al. Küçük de olmasın. Akşama ne yapalım?”
“Sen bilirsin gulüm. Ne istersen onu yapalım.”
“Güzel bir sofra kuralım anasını satayım.”
Cemil heyecandan elindekileri yere düşürdü. Elleri titreye de topladı yerdekileri.
“Rakı alıyorum o zaman.”
“Ay ne rakısı be köylü gibi! Hiç pis pis kokutamam evimi. Yeni almışım zaten. Viski al! C… marka olanından, on sekiz yıllık olsun.”
Cemil şaşırdı.
“Olur gulüm. Bir küçük alıyorum o zaman.”
“Ya ne pinti çıktın sen de! Küçük bana yetmez ayol. Sen ne içeceksin.”
Cemil ne diyeceğini bilemedi. Hık mık etti. Karşı taraf devam etti.
“Ayol kaç kere geliyorsun evime. Büyük al! Üstünü ben veririm.”
Cemil gururuna yediremedi.
“Sana para soran mı oldu,” diye çıkıştı.
Kezban daha da sertleşti.
“Bana bak! Ben senin bildiğin kadınlardan değilim. Anan da değilim. Öyle bağıramazsın bana. İstiyorsam senin için istiyorum. Hasta olmasam dün alırdım. Biliyorsun.”
Cemil’in gardı düştü.
“Tamam gulüm de, sen de iki de bir para deyip durma!”
“Ben mi diyorum. Paranın hesabını yapan sensin. Sabahtan beri kaç saattir yoldasın. Bir taksi bile tutmadın.”
“…”
“Ne yersin yanında? Ne yapayım sana?”
“Fark etmez. Ne olsa yerim.”
“O zaman yarım kilo bonfileyle, bir kilo pirzola al!”
Cemil, derin bir nefes alsa da ses etmedi.
“Yoğurt al, közlenmiş patlıcan var orda onlardan da al. Çikolata al çikolata. Fıstıklı olanından. Başkaaa! Canın başka bir şey istiyor mu?”
“Bunlarla tabur doyar gulüm.”
“Fırına uğramayı unutma! Zeytinli poğaça, çikolatalı açma al. Ekmek istiyorsan ekmek al. Ha bir de tatlı al. Fıstıklı baklavaları güzel. Yalnız acele et, acıktım.”
Telefonu kapattı. Cemil söylene söylene alışverişi yaptı.
“Ulan akşama bunların hırsını çıkarmaz mıyım senden. Öyle aman dinler miyim ben. Anandan doğduğuna pişman etmez miyim seni… Bekle sen bekle.”
Kapıya geldiğinde teri sırtından beline doğru akıyordu. Salça bidonunu yere bırakıp zile bastı. Kezban, altında gri pijaması, yukarıdan bağlanmış saçı, şiş gözleriyle açtı kapıyı.
“Sonunda gelebildin ha!”
“E canım sen de İstanbul dedin, nereye getirdin beni. Kıta değiştirdim kolay mı.”
Elindekileri mutfağa bıraktı. Kezban’a baktı. Tam sarılacaktı. Kezban itti.
“Hemen duşa gir. Leş gibi olmuşsun.”
Cemil, hiç itiraz etmeden banyoya geçti. Dilinde bir türkü, yıkanmaya başladı.
“Gaydiri guppak cemilem de nasıl nasıl edelim de biz bu işi…”
Banyodan sucuklu yumurta hevesiyle çıkıp mutfağa geldiğinde ise hayal kırıklığına uğradı. Kezban oturmuş, poğaça ve açmayı yemiş, baklavayı çatallıyordu.
“E hani sucuklu yumurta!”
Kezban oralı olmadı.
“Valla poğaçayla açma bana yetti. Sen de istiyorsan peynir ekmek ye! Zaten vakit geç oldu. Kahvaltı yapsak dışarı çıkamayız.”
Cemil çay hevesiyle ocağa baktı. Ocak bomboştu. Kezban anlamış gibi cevap verdi.
“Ketılda sıcak su var. Sallama çay da orda.”
Cemil, zaten canım istemiyordu, dedi kendince ve elini baklavaya uzattı. Kezban vurdu.
“Çatal al çatal!”
İştahı kaçtı. Oturdu karşısına. Kezban sordu.
“E ne yapmak istersin? Nereye gidelim?”
“Bilmem. Sen bilirsin. Gezdir beni.”
Kezban sıkıntıyla nefes aldı.
“Bugün hafta sonu. Her yer tıklım tıkıştır. Bir yere çıkılmaz. Çok çok şu yandaki AVM’ye gideriz. Dükkân gezeriz.”
Cemil anlamaya çalışan gözlerle ona baktı.
“Sen nasıl dersen gulüm. Olmadı yarına gezeriz.”
“Yarın hiç olmaz. Yarın pazar. Çıkılır mı hiç evden. Tıklım tıklım olur her yer. Hem benim pazartesi okula gitmem lazım. Derslerim var. Onlara hazırlık yapmam lazım. İlla gezeceksen yarın kendin gez gel.”
“…”
“…”
“Yani seni duyan da öğrenci sensin sanacak. Ayrıca ne hazırlığı yapacakmışsın ki? Sen resim öğretmeni değil misin?”
Kezban parladı. “Sen kimsin de benim öğretmenliğimi sorguluyorsun. Sanki sen çok iyi bir iş mi yapıyorsun. Ben kocamı bu laftan boşadım. Sanki bilmiyor gibi konuşamazsın… Hakaret edesin diye çağırmadım seni evime. Eğlenelim, diye çağırdım. Işığımı söndürtmem kimseye ben.”
Başladı ağlamaya. Boyuna da devam ediyordu. “Işığımı söndürtmem, ışığımı söndürtmem.” Cemil ne yapacağını bilemeden yanına gitti. Tam omzuna dokunacakken elini itti, kalkıp salona geçti. Arkasından o da gitti. Koltukta yanına oturmak istedi. Oturtmadı. Cemil derin bir nefes aldı. Kendini anlatmaya, kastettiği şeyin o olmadığını söylemeye çalıştı. Kezban dinlemedi.
“Bütün günümüzü mahvettin, bencil adam. Ben de seni ne hayallerle çağırmıştım oysa. Işık emici kara delik seni.”
Cemil içinden, “İnşallah adet döneminde değildir,” diye söylene söylene çabalamaya devam etti.
Bir saat sonra ikna ettiğinde artık hali dermanı kalmamıştı. Uyku gözünden akıyordu. Koltuğa uzanmak istedi. Kezban çıkıştı.
“Git misafir odasına yat. Senin yerin orası.”
Cemil ne diyeceğini bilemedi. Şaşkın fakat uyku hevesiyle küçük odaya geçti. Hırsından sağa sola döndü durdu.
“Şimdilik devam etsin. Akşama iki kadeh içti mi rahatlar. Ben de dinlenmiş olurum hem. Sonra da ben ondan hırs çıkarırım.”
Derken uyuya kaldı. Akşam altı gibi uyandı. Sofra hayaliyle, bir heves mutfağa geçti. Mutfak öylece duruyor, Kezban ise salonda, bıraktığı yerde telefon kurcalıyordu.
“E hani hiçbir şey hazırlamamışsın gulüm.”
Kezban doğruldu.
“Ya düşündüm de. Onları yarın mı yesek. Bu akşam şu arkadaki meyhaneye gidelim. İki kadeh içer iki fotoğraf paylaşır, millete haset ettiririz. Hem seni de gezdirmiş olurum. Nasılsa yarına da burdasın. Ne dersin?”
Cemil içinden, onları tanıştıran; şöyle iyi kız, böyle iyi kız, diyen arkadaşına verip veriştiriyor, bir taraftan da Kezban’ın ne istediğini anlamaya çalışıyordu. Kaç gündür mesajlaşıyorlardı. Buna rağmen ne arkadaş gibiydiler ne de sevgili. Ara sıra ‘canım’ diyor, ara sıra da ‘öpüyorum’ diyordu, o kadar. Evine çağırdığında bir heves gelmişti ama onda da merhabanın ötesine gidemiyordu bir türlü. Bırakıp gitmek geçti içinden. Sonra yaptığı onca masrafı düşündü. “Annem salça bile yolladı,” dedi kendince ve gülerek devam etti.
“Geceyi bir görelim hele. Nasip bu işler…” Kendince olur verdi Kezban’a.
“Şu arkadaki meyhane” diye yirmi dakikalık sürüş mesafesinde bir mekâna gittiler. Meyhaneden daha çok Cemil’in kasabasındaki birahaneye benziyordu. Tek fark süslü ledler, bir de roman saz ekibiydi. Kezban, “Arabayla gitmeyelim alkol alacağız,” dediği için de taksiyle gitmişlerdi. Bunca çabaya rağmen Kezban’ın Cemil’le hiç alakası yoktu. Varsa yoksa fotoğraf çektiriyor, beğenmiyor bir de olmadığı söylüyordu. Masaya oturduklarında Cemil, durdu duramadı.
“Yahu bırak şu Instagram’ı da konuşalım. Onca yolu senin fotoğrafını çekmeye gelmedim ben.”
Kezban, hırsla telefonu masaya koyup Cemil’e baktı.
“Sen ne egoist, ne patavatsız adamsın ya. Şurada iki fotoğraf çektin diye olmadık lafı ediyorsun. Öğlen de aynını yaptın…”
“…”
“Eski kocam da senin gibi narsist biriydi. Işığımı söndürmek istedi. Yaptırtmadım. Boşadım. Sana da yaptırtmam.”
Cemil gözlerini kıstı. Anlamaya çalışıyordu dediklerini. Kezban rakısından bir kadeh aldı. Dalgın dalgın devam etti.
“Gerçi kabahat sende değil, bende. Ondan sonraki sevgilim de senin gibi narsistti. Allah’ım neden aynı şeyleri yaşıyorum ben…”
Masadan aldığı mendille gözlerini sildi. Cemil kendi kendine, “Burdan bu maç dönmez. Sen iyisi mi sabahtan voltanı al. Yoksa bu bizi daha çok…” diye söyleniyordu. Bu ara saz ekibi geldi yanlarına.
“Fikrimin ince gülü, kalbimin şen bülbülü.”
Cemil kendine geldi. Battı balık yan giderdi. Cebinden iki yüz lira çıkarıp verdi ve başladı şarkıyı söylemeye. Kezban’ın da yüzü güldü. Şarkı bitince o da istek yaptı. Saz ekibi bahşiş bekledi. Kezban, Cemil’e baktı. Cemil şarkıyı sevdiğinden iki yüz lira daha verdi. Saz ekibinin ardından Kezban kaldığı yerden devam etti.
“Ne garip… Önceden kocamla gelirdim buraya. Sonra sevgilimle geldik. Şimdi de seninle. Söyleseler inanmazdım.”
Cemil duymamış gibi yaptı; telefona baktı. Instagram’da gezinirken Kezban’ın profiline girdi. Yeni fotoğraf yoktu. Oysa paylaştım demişti. Sordu. Kezban gülerek cevapladı.
“Ben onları sadece eski kocam ve sevgilime açtım. Çatlasınlar istedim. Nasıl, iyi yapmışım değil mi! Sevmediğime de böyle vicdansızımdır işte.”
Cemil, “İyi bok yedin,” demek istedi. Fakat bir ağlama ve öfke nöbetini daha kaldıramazdı. Zaten yeterince kafası şişmişti. Kadehini fondip yaptı. Rakının acı tadı genzinden aktıktan sonra da kendine kızdı.
“Ulan salak herif. Senin neyine İstanbul’dan kız tavlamak. Gideydin Meryem ablaya, bin liraya çözerdi senin işini. Hem kahve bile ikram ederdi.”
Son lafına kendi de güldü. Kezban çıkıştı. “Alay edesin diye anlatmadım sana bunları. Dertleşiyorum burada.”
Cemil, pardon, dedi ve kaderine razı olup gece bitinceye kadar onu dinledi.
Ertesi gün ondan önce kalktı. Tek derdi hemen toplanıp kaçmaktı, lakin midesi kıyılıyordu. Mutfağa girdi. Salatalık, domates aldı dolaptan. Dünden kalan ekmeği de yarıp arasına annesinin salçasını sürüp başladı yemeye. Bu ara Kezban geldi mutfağa. Gözleri fal taşı gibi açıldı.
“Hiyy! N’apıyorsun sen! Mahvetmişsin mutfağımı pis bencil.”
Cemil aldırmadı. Kezban’ın hırsından gözleri doldu. Bir tepsi alıp koydu önüne. Cemil ekmeğini bitirince salça bidonunu da alıp daire kapısına doğru yürüdü.
“Beni buraya gezelim, eğlenelim, diye çağırdın. Fakat ikisi de yok sende… Neyse, viskim nerde? Bari onu ver.”
Kezban neye uğradığını şaşırdı. Hiç beklemediği her halinden belliydi. Tereddüt etti. Cemil tekrar sorunca da kekeleyerek cevapladı.
“Yo, yok viski falan. Git gez, akşama da gel. Sana sofra hazırlayacağım daha.”
“Kardeş, ben sofra falan istemiyorum. Ver viskimi ben gideyim.”
“Yok vermiyorum. Akşama geleceksin.”
Cemil ne diyeceğini bilemeden çıktı gitti. Arkadan da mesajla hesap numarasını paylaştı: “Bana beş bin lira borçlusun. Göndereceksin. Keriz değilim ben.”
Kezban cevapladı. “Pisleşme. Ne var, göndeririz paranı. Paran kadar konuş. Keriz değilsin ama hastasın sen. Bir doktora görün.”
“Laf edeceğine paramı at.”
“Ayın on beşinde atarım. Şimdi yok.”
“Bugün ayın on yedisi. Daha dün yattı paran.”
“Ev aldım, param yok.”
Cemil elindeki salçayla göz göze geldi. Güldü. Güneş tam tepeden vuruyordu. Gölgesi yok gibiydi.
“Ulan bu memlekette insanın gölgesini bile çalıyorlar.”
Söylene söylene düştü yola. Neden sonra, bir daha güldü. “Hatun bizi fena etti ya.”

Kadir Horzum, Uşak doğumlu. Eğitimini Balıkesir Astsubay MYO, Anadolu Üniversitesi AÖF İşletme ve Sosyoloji bölümlerinde tamamladı. Halen Aile Danışmanlığı ve Yaşam Koçluğu yapıyor. “Kafamdaki Kalabalık” ve “Kalabalıktan Kalanlar” isimli iki adet kitabı Banliyö Yayınevi tarafından yayımlanan Horzum, yazmaya devam ediyor.

