Arap tiyatrosunun kurucusu sayılan Tevfik el-Hakim’in yazdığı “Şark’ın Serçesi”, okuru İkinci Dünya Savaşı öncesinin Paris’ine götürüp, burada hayaller âleminde aşka dalan bir ‘Doğulu’nun zihinsel çatışmasını, Doğu-Batı zıtlığını, kapitalizm, sanat ve dinle harmanlayarak anlatırken, iğneyi de çuvaldızı da her iki tarafa batırmaktan geri kalmıyor.
BURAK SOYER

İskenderiye doğumlu Tevfik el-Hakim, 1921 yılında Hukuk Fakültesi’ni kazanmış ve bu bölümden mezun olmuş. Hukuk doktorası için Paris’e giden el-Hakim, burada daha ziyade tiyatroyla ilgilenmiş. Öğrencilik zamanlarında İngilizlerin Mısır’ı işgalini anlatan bir oyun yazıp sahnelemek üzere bir tiyatro grubu da kuran el-Hakim, Paris’te bu yönünü ilerletmek için bol bol Shakespeare, Goethe, Maeterlinck, Ibsen ve Pirandello oyunları izlemiş. 1927 yılında doktorasını tamamlayamadan Mısır’a geri dönmüş. Tekrar tiyatroyla ilgilenmeye başlamış. Arap tiyatrosunun kurucusu sayılan el-Hakim’in yazdığı oyunlar Londra, Paris, Salzburg ve Budapeşte’de sahnelenmiş.
1987’de hayatını kaybeden Tevfik el-Hakim’in, “Trendeki Derviş”, “Asa ile Sohbetler”, “Şeytanın Vaadi”, “İzis”, “Gezegenle Sohbet”, “Sanat Üzerine” kitaplarından sonra “Şark’ın Serçesi” de Ketebe Yayınları’ndan Muharrem Tan çevirisiyle artık Türkçede. Okuru, İkinci Dünya Savaşı öncesinin Paris’ine götürüp, burada hayaller âleminde aşka dalan bir “Doğulu”nun zihinsel çatışmasını, Doğu-Batı zıtlığını, kapitalizm, sanat ve dinle harmanlayarak anlatırken, iğneyi de çuvaldızı da her iki tarafa batırmaktan geri kalmıyor.
Paris’te flanörlükle iştigal eden Mısırlı Muhsin, iflah olmaz bir romantik olarak şehirde avarelik yapmakta, kafelerde oturup etrafı seyre dalmakta ve bol bol okuyup, bol bol düşünerek vaktini öldürmektedir. Anne ve babasının evinin bir odasını kiralayarak burada oturan Muhisn, ev sahiplerinin oğlu André ve eşiyle de yakın arkadaştır. Zaman, İkinci Dünya Savaşı öncesinin zamanıdır. Kafası karışık genç kıta, savaşın ayak izlerini henüz hissetmeye başlamamışken, Paris aşk ve sanat kokan sokaklarıyla, caddeleriyle cıvıl cıvılken madalyonun diğer yüzünde yükselen bir “değer” olarak sosyalizm her yerde konuşulmakta, insanlar geleceğini bu ortak paydada aramaktadır.
Bunlar hep ‘Batı’nın oyunu
Muhsin ise, bu “maddi” dünyayla alakasız biri olarak tiyatro izleyip, ülkesinin masalları içinde hayallere dalıp çıkarken, her zaman gittiği tiyatro salonunun karşısındaki kafede otururken bir anda aşka tutuluverir. Aşık olduğu genç kadın, Odéon Tiyatrosu’nun gişesinde çalışmaktadır ve tesadüf odur ki, Muhsin de tiyatro izlemek için sürekli oraya gitmektedir. Vaziyet gitgide ciddi bir hâl alırken Muhsin, en yakın arkadaşı André’yedurumu anlatır. André de ona tüm Avrupalılar’ın ve Parisliler’in yaptığı gibi bir kıyafet, parfüm ya da çiçek alarak karşısına dikilmesini ve genç kadına kendisiyle bir akşam yemeğine çıkmasını teklif etmesi gerektiğini söyler. Fakat Muhsin, genç kadını “Bin Bir Gece Masalları”nda geçen bir hikâyenin kahramanı gibi bir yere koymuştur ve bu kadar “basit” şeylerle onun gönlünü çalacağından ümidi yoktur. Hem zaten bunlar Batı’nın insan ruhunu dokunma ayağına paraya boğulmak için uydurduğu ucuz numaralardır!
André’nin bu teklifini geri çeviren Muhsin, Odéon Tiyatrosu’nun karşısındaki kafeye her gün gidip gelmeye, genç kadını izlemeye ve nihayetinde de onu takip edip nerede oturduğunu öğrenmeye karar verir. Aradan iki hafta geçtikten sonra, kadının adının Suzie olduğunu ve birkaç sokak ileride bir otelde kaldığını öğrenir. Hemen André ve ailesinin evinden pılı pırtını toplayıp Suzie’nin kaldığı otele yerleşir ve birkaç gün kendini ona nasıl takdim edeceğinin sıkıntısıyla cebelleştikten sonra nihayet karşısına çıkar. Kendini tanıtır. Bir şekilde muhabbet ilerler ve Suzie ile Muhsin artık “çıkmaya” başlar.
Muhsin mutluluktan uçarken, Suzie’yle vakit geçirmenin elbette bir bedeli vardır. Zira akşam yemeklerini lüks restoranlarda yemekte, sonrasında da sinemaya veya tiyatroya gitmektedirler. Zaten otel odası için epey bir içeri girmiş olan Muhsin, öğle yemekleri için ucuz lokantaları tercih etmeye başlar.
İki kap yemek, bir de Kapital!
Tesadüfen girdiği böyle bir lokantada, iki kap yemeği katık etmekte olan bir adam görür. Adam yemekten ziyade cebindeki kitapla haşır neşirdir. Muhsin, merakını maruz görmesini istemekle beraber kitabın adını öğrenmek ister. Bu cevval adam Marx’ın Kapital’ini okumaktadır. Muhsin kitabın ne anlattığını öğrenmek isteyince Ivan adlı bu Rus, “Batı’nın yeni dini” olan Kapital’i anlatmaya başlar ki, aslında ikisi arasında geçen bu konuşma da Tevfik el-Hakim’in kitabının bel kemiğini oluşturur.
Muhsin adamın anlattıklarıyla beraber “hakikat”le tanışır. Üstüne üstlük, bir de Suzie’nin “Batılı” bir davranışı yüzünden ondan ayrılınca, Ivan’ın işçilerle dolu binasında bir oda kiralar ve gözü o zamana kadar “sema”da olan Muhsin’in zihni, Ivan’ın ortamı sayesinde iyiden iyiye bocalamaya başlar.
Bir zamanlar aklından çıkmayan Doğu’nun efsunlu masallarının zihninde cirit attığı Muhsin, “sema”dan yeryüzüne inmiş, karşısında da “materyalizm”in bambaşka bir yönüyle karşılaşarak ikisi arasında ızdırap çekmeye başlamıştır…
‘Doğulu’ bir roman
İlk olarak 1938 yılında yayımlanan “Şark’ın Serçesi”, Tevfik el-Hakim’in ülkesinde Avrupa tarzında yazılmış romanların öncüleri arasında gösterilmiş. El-Hakim’in yaşam öyküsüyle Muhsin’in Paris günlerini bir araya getirdiğimizde yarı-otobiyografik bir roman olarak kabul edeceğimiz “Şark’ın Serçesi”, başlarda asıl kimliğinden kopmadan Avrupa’nın merkezine demir atmış “Doğulu” bir adamın yarı hayal yarı gerçek yaşamından izler sunarken, zamanla Paris ve dolayısıyla Batılı bir yaşam tarzına uyum sağlamak zorunda kalan, bunun için zihninde, kimliğinin ait olduğu yerden masalları sorgulamaya başlayan bir adamın hikâyesine dönüşür. Ivan’ın Kapital özelinde Batı’nın sahtekârlığını ve iki yüzlülüğünü anlatmaya başlamasıyla iyice bocalayan Muhsin, bir de Suzie’den ayrılınca yeniden özüne döner.
“Şark’ın Serçesi”, Doğu’yla Batı arasında sıkışıp kalmış “masum” bir adamın, Batı’nın nimetlerinden faydalanırken onun arkasında yatan riyakârlığı anlamaya başlamasıyla kopma noktasına gelen “kayışını” yeniden toparlamasının öyküsünü dinsel ve sanatsal göndermelerle dolu bir hikâye ritmi içinde anlatan “Doğulu” bir roman.

Burak Soyer
2005 yılında Radikal Gazetesi Kültür Sanat Servisi ve Kitap Eki’nde gazeteciliğe başladı. Şimdiye kadar Milliyet, Hürriyet, Hürriyet Kitap Sanat, BirGün, BirGün Pazar, BirGünKitap, Taraf, Cumhuriyet Pazar, T24, Gazete Duvar, sendika.org, solhaber.org’a, siyaset, edebiyat, müzik, sinema, tiyatro yazıları yazdı. Halen Gazete Pencere, Bianet, Gazete İkinci Yüzyıl ve OT dergisine kültür sanat, K24, Edebiyathaber.net, Oggito, Ne Okuyorum?, Ajandakolik, Mahal Dergi, Romanoku internet sitelerine de edebiyat yazıları yazıyor. 2017 yılında ilk kitabı Zıvana Doğan Kitap etiketiyle yayımlandı. Zıvana’nın devamı olanBuji de 2019 yılında aynı yayınevinden çıktı. Son romanı Ring ise, geçtiğimiz Eylül ayında Karakarga Yayınları etiketiyle okuyucuyla buluştu. 2015 yılında Anadolu Üniversitesi Sosyoloji bölümünden mezun olan Burak Soyer, halen Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Sanat Tarihi bölümündeki eğitimine devam etmektedir.