Poyraz Özbey
Otuz yıl sonra aynı sokağa dönmek, insanın kendi cenazesine katılması gibiymiş.
Duvarlar aynıydı, taşlar aynıydı, sadece ben eski ben değildim. Kapının önünde durup, yıllar önce ardında bıraktığım sessizliğe bakarken, içimdeki hesap başlamıştı. Çünkü bazı defterler kapanmaz. Kapatmadığın her defter, bir gün seni çağırır.
Gençliğimde, bu evin içinde bir kadının kalbini kırmıştım. Ne tokat atmıştım ne de bağırmıştım. Ama bazen en ağır darbeler, sessizlikle gelir. O gün hiçbir şey söylemeden çıkıp gitmiştim. Arkamda bıraktığım sadece bir suskunluk değildi; onun tüm hayatıydı.
Yıllarca bu sokaktan geçmedim. Adını duymaktan bile kaçtım. Kendi hayatımı kurdum, işime, evime, çocuklarıma sarıldım. Ama geceleri uyumadan önce hep aynı soru çınladı: “Ya o, benim yokluğumla ne yaptı?”
Geçen hafta, posta kutuma kalın bir zarf bırakılmıştı. İçinde sararmış bir defter vardı. Kapakta onun el yazısıyla tek bir cümle: “Bu son mektuptur.”
Sayfaları çevirdikçe, otuz yıl boyunca bana yazdığı ama hiç yollamadığı mektupları okudum. Her yıl bir tane. Her yıl aynı gün.
Önce kırgınlık, sonra özlem, sonra kabulleniş.
Cümleler inceldikçe kalbi ağırlaşmıştı.
Ve en son sayfada, titrek harflerle şunu yazmıştı:
“Artık hesabımı bitirdim. Sen susarak beni cezalandırdın, ben yazarak seni. Ama bil ki, içimde ne bir nefret, ne bir öfke kaldı. Bazen en büyük intikam affetmektir.”
Defteri kapattığımda, içimde taş gibi bir şey çözüldü. O, kendi hesaplaşmasını tamamlamıştı. Geriye sadece benimki kalmıştı.
O kapının önünde durdum, zile basmaya yeltendim, sonra vazgeçtim. Çünkü anladım ki bazı yüzleşmeler başkalarıyla değil, sadece insanın kendi vicdanıyla yapılır.
Ve ilk kez yüksek sesle fısıldadım:
“Affet.”


