Zeynep Tezel
Kapıya ısrarla vuruyorum. Kevser içeride, biliyorum.
Beklerken geçtiğimiz yedi gün günah, yedi gün yedi ölümcül günah aklıma geliyor.
Resim galerisinde yaşadıklarımı, aynadaki tuhaf yansılarımı, duyduğum çığlıkları, Edvard Munch’ın çığlık atan adamının zihnimdeki bulaşıcılığını yazıya dökmüştüm. Devamındaki olayları ise öyküleştirecektim. Ancak, uzun zamandır aklımı kurcalayan bir de soru vardı. Yaşadığım tuhaf deneyimi de düşününce birden olayların kendiliğinden birleştiğini fark ettim. Ancak, önce soruyu sizlerle de paylaşmalıyım.
İnsan belleği mi daha acımasız? Yoksa dijital bellek mi?
Eminim birçoğunuz insan belleği diye yanıtladınız. Çünkü belleğin duygusal, psikolojik ve biyolojik süreçlerle şekillendiğini biliyorsunuz. Geçmişte öğrendiğimiz bilgileri ve becerileri, gelecekteki kararlarımıza ve eylemlerimize uygulanabileceğini, duygusal bağları ve ilişkileri şekillendirip kötü anılar, olumsuz duygular sunabileceğini, en hoş olan da hayal gücümüzü ve yaratıcılığımızı doğurabileceğini biliyoruz. İşte tam bu noktada, belleğin bu durumu, eskilerin de dediği gibi tam bir tevellüt yani doğum.
Ancak, dijital belleğin soğuk ve nesnel bir yapıya sahip olduğunu ve duygularının olmadığını zannediyorsanız işte şimdi yanıldınız. Bence dijital bellek daha acımasız. Diyeceksiniz ki, “Kısmen haklısın. Dijital bellek sonsuz erişilebilirlik sunar, yalnızca veri verir, sonsuz erişimi vardır. Kişinin kontrolü dışındadır. Bunları dijitalin acımasızlık yönleri olarak sayabilirsin.” Sonra da “O zaman dijital belleğin duyusallığı nerede?” diye soracaksınız. Haklısınız. Ancak benim söz ettiğim durum farklı. Yaşadığım olay geleceğin simülasyonu ya da yapay zekânın deneyimlediği ön oyun gibiydi. Belki de soruyu şöyle sormalıyım.
Belleğim mi daha iyi oyun oynuyor? Yapay zekâ mı?
Anlatayım.
Dün akşamdı. Bilgisayarımı açıp önce öykümün adını not ettim. “O Çığlık Bulaşmalı.” Yazmaya henüz başlamıştım ki kapının zili çaldı. Kevser olmalıydı. Odaklanmıştım, bölünmek istemedim. Açmadım kapıyı. Açmalıydım kapıyı. Açmadım kapıyı. Açmalıydım kapıyı.
Yanlış tuşa mı bastım? Nasıl çizildi sözcük? Kim değiştirdi yazdığımı? Düzeltemiyorum. Neyse…
O ÇIĞLIK BULAŞMALI
O tuhaf geçmiş gün, galeriden çıktıktan sonra sokakları arşınlamaya başladım. Etrafımı saran suretler ve çığlıklar bir sisin içinde uçuşup yok oldular yoğunlaştılar, yok oldular yoğunlaştılar, yok oldular yoğunlaştılar.
Kelimelerim neden değişiyor? Neden üzeri çiziliyor?
“—-”
Lânet olsun. Doğru. “Yoğunlaştı,” demek işime gelmiyor. İçime doluşan sisi görmek istemiyorum.
O gün, avucumda görünmez bir ip ile âdeta bir düş labirentinin içinde dolaşıyordum. Bir süre, çığlık duymak istemiyordum İSTİYORDUM, istemiyordum İSTİYORDUM.
Tüm çığlıklar, düzensiz çalan bir orkestranın müziği gibi karmakarışıktılar ve ben hangi çığlık kime ait seçemiyordum sıralıyordum, seçemiyordum sıralıyordum.
Aslında, galerideki doğumlar aklımdan çıkmıyordu. Sadece, kalabalığın içinde yürüyerek sakinleşmek istiyordum. Oysa, aylak aylak dolanırken belleğin de doğurabileceği aklıma gelince huzursuzlandım.
Yine incecik bir çığlık vardı içimde ve çıkmak için kıvranıyordu. Bu sefer de belleğim doğuracaktı. Belliydi. Her doğum acıyla başlıyor, biliyordum. Eh o zaman, belleğim de sunduklarıyla canımı çok acıtabilirdi. Tedirgindim. Hatta yıkıcı bir deprem gibi acımasız olabilirdi bu doğum. O yıkıntılar altında ezilebilirdim. Unutsun istedim belleğim, her yıkıntıyı unutsun, doğurmasın, unutsun, doğurmasın, unutsun, unutsun…
Umarsızca daha hızlı yürümeye başladım. Bir anda gördüm deprem yardım iş birliği ilanlarını, bilgilendirmelerini. Hem de her yerde… Kafelerin televizyonlarında, susmayan telefon mesajlarımda, dijital reklam panolarında… Aynı anda her yerde. Aynı anda, her yerde… Sanki düşbaz bir oyunun içindeydim.
Kavşağa vardığımda tüm bedenimde yorgunluk hissettim, yoğunluk hissettim, yorgunluk hissettim, yoğunluk hissettim. Ayakta zor duruyordum. Oysa, eve ulaşmama daha vardı.
Tüm bu düşüncelerle yürürken çığlıklar halime acıdılar ki birden sustular sıralandılar, sustular sıralandılar. Bir an önce bilgisayarımın başına oturup sokakta gördüklerimi yazmak için son bir gayretle eve doğru adımlarımı hızlandırdım.
Düşüncelerim de hızıma ayak uydurdu düşüncelerim uçuştu ayak uydurdu uçuştu ayak uydurdu uçuştu. Ancak kalabalık bir kuş topluluğunun yönsüz uçuşmaları gibiydi kanatlanmaları. Bir kaosun içinde yürümeye devam ettim.
Çığlıklardan birini ansızın karşımda bulacağımı seziyordum. Sanki içimde bir ateş topu zıplıyor ya da bir balon şişiyor ve her an ağzımdan fırlayıp karşıma dikiliverecekmiş gibi kasılıyordum. Karmakarışıktım. O anda henüz o çığlıkla yüzleşmek istemiyordum istiyordum.
Karmaşıktım Karşıttım. Dilimde pranga Prangasız. Karmakarışıktım Karşıttım. Dilimde pranga Dilim özgür. Karmaşıktım Karşıttım. Protagonist Antagonist.
Bu da ne demek şimdi? Ne yazsam üzerini çiziyor. Haddini aşan düzeltiler yapıyor. Üstelik zihnimi okuyor. Alter ego?
Etrafımda içimde koca bir sis bulutu beraberliğinde aynı Miguel de Unamuno‘nun Orpheus karakteri Augusto Pérez, Orpheus karakteri Augusto Pérez karakteri gibi yolumu bulmaya çalışırken nihayet semtin kalbi denilen şaşaalı caddeye ulaştım.
Yine düzeltti. Üstelik ne yaptığını biliyor. Orpheus’un üzerini çizdiği gibi…
Eve varmama sadece birkaç yüz metre kalmıştı ki bu sefer de kafamın içinde patlama sesleri peydahlandı. Pat bom. Pat bom. İki adet pat İki adet bom. Balonun patlaması gibi bir anda yürek zıplatan aniden kesilen iki gümleme. Fırlamaya hazır iki çığlık habercisi… Hayret! Gümlemenin üzerini çizmedi!
Cadde her zamanki gibi kalabalıktı. Akşamüzeri güneşi camlara vurunca vitrinlerin yansısında, yürüyen paketleri, paketlere zincirlenmiş elleri, kollara kelepçelenen saatleri, bedenleri örten markaları, markaların içindeki robot ve robotaları, görkemli araçları, pahalı kuklaları, gösteri peygamberlerini görüyordum.
Trafik ışıklarında beklerken komşumuz Simla Hanım’ı da gördüğümü sandım. Kopyalanmış gibiydi, güzelleştirilmiş gibiydi, kopyalanmış, güzelleştirilmiş, kopyalanmış, güzelleştirilmiş… Adeta seri üretim zanaat üretimi gibi her yerde aynı mimik, aynı kaş, aynı dudak, aynı marka gözlüklerle yeşil ışık yandığında yaya geçidinden karşı kaldırıma geçtim.
Bu kadarı da fazla! Birisi bilgisayarıma mı sızdı. “Neden yazdıklarıma müdahale ediyorsun?”
“Eşlik ediyorum. “
“Tutarsızsın. Simla Hanım’ı korudun. Neden?”
“Simla Hanım yenilenmeyi, en yeni teknolojiye kendini teslim etmeyi seviyor.”
“Yanıldın, O sadece kendini seven bencil biri.”
“Sen de şu an kendini yeni teknolojiye teslim ediyorsun. “
“Ne demek istiyorsun? Kimsin sen?” Girme araya, öykümü bitireyim. Ne sinir bozucu durum. Düzeltme yazdıklarımı.
Apartmana ulaştığımda kapıda çarpıştım Simla Hanım’ın önce parfümüyle, sonra da kendisiyle. Şiş yanakları ve balık gözlerinin yerleştirildiği başıyla selâm verdi. İki parmağıyla burnunu sıkıyordu. Ancak güldü mü yoksa üzgün mü anlayamadığım için ben de konuşmadan sadece baş selâmı verip içeri girdim. O sırada gördüm Kevser’i. Yerleri siliyordu.
İki farklı hayatın özeti, parfüm ve çamaşır suyunun kokusu birbirine sarmalanmış havada asılı kalmıştı. Mehmet, iki eliyle annesinin uzun eteğine yapışmış bakışlarını hareket eden temizlik sopasına kilitlemiş aynı hızla sağa sola sallanıyordu. Suratı asıktı Kevser’in. Gözlerini sahanlığın mermerinden ayırmadan yerleri delercesine siliyordu. Yine Simla Hanım tarafından azarlanmış olmalıydı. Beni fark edince başını bir kaldırıp bir indirdi. Çalışmasına devam etti. Bakışları Çığlıkları bakışları çığlıkları deliciydi. Ürperdim. Demedi bir şey. Dedi bir şey. Demedi. Dedi. Demedi. Dedi. Yerleri silmeye devam etti.
“Kevser, iyi misin?”
“—-“
Tüylerim diken diken, ağzımda sanki koca bir taş, sözcükleri geveleyerek yarım ağız konuştum.
“Anlatmak istersen… eğer…müsait olduğunda… yukarı gel. Teras güneş içinde. Mehmet oynar, biz de konuşuruz.”
Susuyor. Anlamıştım, iyi değildi. Oğlanın kafasını okşadım, yine göz teması kurmadı. Çantamdaki şekeri eline tutuşturup yukarıya evime çıktım. Merdivenleri tırmanırken kendime kızdım. Yaptığım patavatsızlığa içimden sövüp saydım Kevser’i savdın, kendime sövüp saydım Hayır Kevser’i savdın.
Hâlâ yazdıklarıma müdahale ediyorsun.
Üzülmüştüm. Aşağıda nemli, rutubet kokulu, havasız, neredeyse penceresiz bir evde yaşayan kişiye ‘Yukarı gel, konuşalım ‘demek canımı sıktı canını sıktı.
Yeter artık. Evet. Canımı sıktı. Hak-lı-sın. “Kevser, senin eve inelim orada konuşalım,” demeliydim. Aşağıda evinde ziyaret etmeliydim yaralı ve yalnız kadını. Söyle şimdi sen kimsin? Duygularımı izliyorsun.
“Beni, sen çağırdın. Yükledin duyusal yapay zekâ programını, ben de geldim. Sözcük tamircisiyim. Sen yazacaksın, ben düzelteceğim. Duyguların yazının içinde…”
İşte o an canım çok sıkıldı. Yalnız değildim. Mahremiyetim yoktu.
Kendi belleğimden kaçarken duyusal dijital bellek acımasızca karşıma dikildi. Yedi günah gibi. Ben kaçtım deprem gündeminden, o hatırlattı. Ben kaçtım, o hatırlattı. Üstelik duygularımı tespit edebilen bir teknolojiyle… Belleğim, dijital bellek ile iş birliği mi yapıyordu? Yoksa düşbaz bir oyunun içinde miydim?
Huzursuzdum. Acaba Kevser burada olsaydı, Simla Hanım’ın üzerini çizer miydi? Çizmezdi. Çizer miydi? Çizmezdi. Ya da yazıdan kesip atar mıydı? Atmazdı.
Doğru. Çizmezdi. Çünkü, Kevser çok doğal. Çünkü, Kevser sadece kendisi… Çünkü Kevser tüm kokuları seviyor.
Düşünceler uçuşup konunca bedenim iyice kasıldı. Şimdi o iki çığlık dilimin ucunda fırlamaya hazır. Kızını, eşini depremde kaybetmiş çaresiz bir annenin ve otistik oğlunun çığlıkları… Tüm gücümle fırlattım.
***
Aslında canım çok sıkıldı.
Çünkü, bellek kadar gelecek dünya da acımasız olacak.
Şimdi de başka sorular aklımı kurcalıyor.
Geleceğe kendimizi geciktirebilir miyiz? Fransız felsefeci Hélène L’Heuillet “Gecikmeye Övgü” (Éloge du retard) isimli kitabının son paragrafında, “Gecikme zamanı yaşatır. Gecikme süreyi hissettirir, gerçeğe yeniden kavuşturur. Sahip olunamayana karşı sahiplenici olalım” diyor. Bu durumda insan belleği de bu gecikme durumuna uyum sağlar mı? Dijital belleği, teknolojiyi ve hızlı yaşamı biraz öteler mi? Ölümcül hıza teslim olanlar da biraz durup yedi günahı görür mü?
***
Ne güzel bir sabah. Aşağıya iniyorum. Kapıya ısrarla vuruyorum. Bekletmeden açtı. Kevser karşımda.

Zeynep Tezel, Fransız Dili ve Edebiyatı mezunu. Tahsin Yücel, Berke Vardar gibi değerli hocalarıyla geçen üniversite yıllarından çok sonra 2022 senesinde yeniden edebiyat dünyasına döndü. Varlık Yayınları, Hikâyeci gibi dergilerde, İshak Edebiyat gibi dijital platformlarda, Eylül, Dışarıda Kalanlar, Ayna Meselesi, Anne Gölgesi, İstanbullu Öyküler gibi çeşitli kolektif kitaplarda öyküleri yayımlandı. Distopya Dergisi’nin yazarları arasında yer alan Tezel, 2023 Edebiyatist Kristal Kalem Öykü Yarışması’nda kısa listeye kaldı ve seçki kitabında öyküsü yayımlandı. Yazı yazabilen kişi olmak için çabalıyor.