Sinan Cem Çamözü
Distopya denilince genelde aklımıza beton duvarlar, karanlık sokaklar, robotik düzenler gelir… The Hunger Games (Açlık Oyunları) bu kalıba uyuyor gibi görünse de aslında insanlık tarihinin dününe ve bugününe dair bir şeyler anlatıyor gibi. Suzanne Collins’in yazdığı The Hunger Games üçlemesinden uyarlanan film serisi; The Hunger Games (2012), Catching Fire (2013), Mockingjay (Part 1 – 2014), Mockingjay (Part 2 – 2015) totaliter bir rejimin hüküm sürdüğü Panem’de, her yıl düzenlenen ölümcül bir yarışmada hayatta kalmaya zorlanan gençlerin hikâyesi üzerinden ilerliyor. Film ana hatlarıyla baskıcı rejimleri, medya manipülasyonunu ve sınıf eşitsizliğini sorguluyor. Jennifer Lawrence’ın canlandırdığı ana karakter Katniss Everdeen’in kişisel mücadelesi, zamanla sistemin çöküşüne öncülük eden bir isyana dönüşüyor.
İlginç bir şekilde savaşı başlatan ve barışı getiren aynı duygu: Sevmek.
Filmin daha en başında iki genç arasındaki masum bir yakınlaşmaya tanık oluyoruz. Ancak zamanla bu yakınlaşma arkadaşlığı aşıp bir direnişe dönüşüyor. Panem gibi baskıcı bir sistemde, birini sevmek bile başlı başına bir isyan. Katniss ve Peeta’nın aşkı, sadece hayatta kalma hamlesi gibi duruyor ama zamanla anlıyoruz ki bu bağ, sistemin kurgusunu altüst eden gerçek bir duygusal devrime dönüşüyor. Bu yüzden bu hikâyede aşk, geri planda kalan bir detay değil, bizzat direnişin simgesi.
GERÇEK Mİ, ROL MÜ?
Ancak kahramanlarımız sevme biçimlerine ilişkin sorular da oluşturuyor aklımızda. Katniss ve Peeta’nın arasındaki şey, gerçekte nedir? Aşk mı? Yoksa sadece “ölmemek için” sahneye konulmuş bir oyun mu? İlk filmden itibaren bunu izleyici olarak biz de sorguluyoruz, Capitol halkı da. Katniss için bu ilişki başta tamamen stratejik; bir nevi “reality show taktiği.” Peeta ise sanki bu işin duygusal tarafına daha erken düşüyor. Ama işin ilginç yanı şu: Sistem onlara ne kadar sahne yazarsa yazsın, zamanla bu ikili rollerinin içinde kendilerini buluyor. Olay tam da burada karmaşıklaşıyor.
Sevgiyi yaşamak mı daha zor, yoksa gerçekliğine inanmak mı?
Capitol’ün kameraları altında gerçek hisleri ayırt etmek neredeyse imkânsız. Ama bir noktadan sonra biz de fark ediyoruz ki, bu gösteri aslında sistemin değil, onların yazdığı bir hikâyeye dönüşüyor.
Birini gerçekten seviyorsan, onun için her şeyi göze alır mısın? Evet diyenleri haklı çıkarıyor bu film. Katniss ve Peeta, tam da bunu yapıyor ama fark şu ki, onlar bunu milyonların önünde yapıyor. Özellikle şu meşhur zehirli meyve sahnesi… İkisi birden intihar edecekmiş gibi yapıyor da hem Capitol’ün hem de izleyicinin yüreğini ağzına getiriyor ya o sahne. İşte orası sadece bir aşk anı değil; resmen sistemin fişini çektikleri an. Capitol, o sahnede gücünü kaybediyor çünkü halk şunu görüyor: “Bunlar birbirini gerçekten seviyor ve bu sevgi bizim korktuğumuz rejimden daha güçlü.”
Aşk, burada bildiğin devrim kıvılcımına dönüşüyor. Artık duygular sadece kişisel meseleler değil, politik eylem. Seviyorsun ve bir anda isyan başlıyor.
KADIN KAHRAMANIN DÖNÜŞÜMÜ
Katniss öyle kolay sevgi gösteren, duygularını ortalığa döken biri değil. Çoğu zaman duvar gibi, ama bu onun kalpsiz olduğu anlamına gelmiyor, aslında tam tersi. Katniss sevdiğinde korur, sahiplenir, susar ama vazgeçmez. Prim’e duyduğu abla sevgisi, Rue’ya duyduğu kardeşçe bağlılık, Peeta’ya duyduğu karmaşık ama derin hisler… Hepsi onun direniş biçimi aslında. Elinde ok ve yay var diye kahraman değil Katniss; duygularına sonuna kadar sadık kalarak kahraman oluyor. Duygularını zırh gibi kuşanıyor. Üzerindeki o deri kıyafet belki de bunu temsil ediyordur. Çünkü bu hikâyede güçlü olmak, acı çekmemek değil, acıyı da, sevgiyi de aynı anda taşıyabilmek anlamına geliyor. Katniss’in aşkı klasik romantik aşk değil ama zaten onu farklı yapan da bu.
Seri ilerledikçe anlıyoruz ki bu aşk hikâyesi mutlu sonla biten klasik bir masal değil. Hele Peeta’nın Capitol tarafından beyni yıkanıp Katniss’i düşman olarak görmeye başlaması… Orası tam bir kırılma anı. Katniss için bu, sadece bir adamı değil, birlikte yaşadığı tüm anıları, güveni ve hatta kimliğini kaybetmek demek. Sevgi, artık güvenli bir liman değil, savaş alanı. Ama işte tam da bu noktada direnmek başlıyor. Sevdiğin kişi artık seni tanımıyor olabilir ama sen onun hâlâ içinde bir yerlerde olduğunu biliyorsun. Bu, kolay bir şey değil. Hem psikolojik hem duygusal olarak yıpratıcı. Ama Katniss pes etmiyor.
Sevgi bazen iyileşmek, bazen iyileştirmek bazen de hatırlamak olabilir: “Sen kimdin, biz kimdik, hayat bizi neye dönüştürdü?”
BİR ARAÇ MI, BİR AMAÇ MI?
Capitol için aşk, sadece bir senaryo malzemesi. Onlar için Katniss ve Peeta’nın ilişkisi, rating’i artıracak bir dram. Ama işin komiği şu: Bu “uydurma” aşk hikâyesi, bir noktadan sonra sistemin elinde patlıyor. Çünkü halk sahte olanı değil, içindeki gerçekliği görüyor. Belki de insanlar yıllardır unuttukları bir duyguyu Katniss ve Peeta’da hatırlıyorlar: Saf, hesapsız, içgüdüsel.
Aşk, burada hem sistemin oyuncağı hem de onu bozan virüs gibi. Başta araçtı belki, ama sonra kendi başına bir anlam kazandı. Artık bir strateji değil, bir inanç. Çünkü sevgi, bu kadar manipülasyona rağmen hâlâ inatla yeşeriyorsa o dispotik sistemde bir çatlak var demektir.
The Hunger Games’i sadece devrim, çatışma, politik mesajlar olarak okuyabiliriz. Ama işin derininde çok daha insani bir şey yattığını da kabul etmeliyiz: Sevmek.
Katniss’in asıl isyanı yarışlara girdiği anda değil sevdiklerine yönelik bir tehlike ortaya çıktığında başlıyor. Rue’nun yasını tutarken, Peeta’yı yeniden tanımaya çalışırken, Prim’i kurtarmaya çalışırken… O anlarda sadece sistemi çökertmekle uğraşmıyor, sevdiklerini korumak için uğraşıyor. Her ikisi de çok yıpratıcı.
Finalde Katniss’in Peeta’yla yeniden bağ kurması, sadece bir romantik birleşme olarak yorumlamak eksik olacaktır. Ben romantik bir adam değilimdir; ancak yine de bu filmde onca kaybın, onca yıkımın içinden çıkan karakterlerin hala sevebilme yeteneklerini anlamlı buluyorum. Filmin bize verdiği en değerli mesajlardan biri de bu olabilir: Her koşulda insan kalabilmek.