İsmail Akman
Bazı bazı düşünürüm, üçü kim buldu ilk? Okumuştum. Eski zamanlarda, insanlar şimdiki gibi sayı saymayı falan bilmezmiş. Bir varmış, iki varmış… Tamam. Sonrası yokmuş. Yani, aslında sonrası çokmuş. Sayı olarak öyle üç, dört, elli, yüz falan yokmuş da, çok derlermiş ikiden fazlasına ki gerçekten de çoktur ikiden fazlası. İkiden fazlası çoktur. İkiden fazlası gereksizdir. Gereksizdir ve fazladır, bazıları. Üçü bulan insan bunu nereden bilsin? Bilir miydi?
Telefon çalar. Açarsın. O kadın. Porselene sürten tel fırça gibi bir ses. Cız, cız, cız… Saçlarının içi, dişlerinin eti, tırnaklarının dibi kamaşır. Karnının içinden gırtlağına kadar nah böyle iri bir akrep yürür sanki. Kahvaltıdasınızdır. Mis gibi sofra. Nuri telefonu alır elinden. Sormasan bile, bakışlarından anlar kafandaki soruları. Sinirlenir yine.Tereyağı erir düştüğü zeminde, vıcık vıcık. Bardaklar uçuşur,şangır şungur. Tabaklar havada. Üstün başın marmelat. Sol memenin üstünden parmağınla sıyırır dudaklarına götürürsün. Tatlı. Hafif mayhoş. Biraz kan, biraz şeftali. Diğer elinde un ufak olmuş bir parça ekmek. Hiçbir inandırıcılığı kalmamış, uyduruk cinnetlerden biri daha. Ha ha ha…
Bazen bir belirsizlik, birden berraklaşıverir önünde işte böyle. Bildiğin tüm somut nesnelerden, hatta emin olduğun tüm hislerden çok daha berrak. Hatta… İki ucu bilinmeyenli değnekler sırtına güm güm vururken denklem kendiliğinden çözülüvermiş gibi. Birazcık üstün başın kirlenir, olsun. Ortam bok kokar biraz. Ziyanı yok. Bir yerlerin acır ama dudağının tek tarafıyla şaşkın, alaycı ve mağrur gülümsersin. Gülümsemenin kenarında uçuk misali kanlı bir kabuk. Ve, ve, ve onun bakışları, akrebin sırtında yeni bir boğum.
Keşfedersin üçü. Ha ha ha…
Nuri böyle başlayınca yine, televizyonun sesini açmışım yavaş yavaş. Sonuna kadar. Ses… Daha yüksek ses. Daha yüksek! İkisine de sağırlaşamamışım yine de. İkisi de bağırıyor. Bangır bangır. Televizyondaki fırça bıyıklı adam, karşımdaki göbekli adam. Fırça bıyıklı adam ağzına sokmuş mikrofonu. Lacivert takım elbiseli. Dünyayı kurtarıyor. Bağıra çağıra. Karşımdaki göbekli adam, her yanı boğum boğum. Kendine faydası yok. Diğer adamın ne dediğini anlamıyorum. Nuri aralıksız saydırıyor. Hem eliyle, hem diliyle… “Gülme! Gülme! Koduğumun soğuk nevalesi! Koduğumun çokbilmişi!” Ha ha ha…
Gülmeyip ne yapacaksın? İzahı olmayan şeyin neyi olur? Mizahı olur Nuri. Sen anlamazsın. Sen paradan anlarsın. Tek derdin, tek kaygın bu. Bir de şimdi anlıyorum ki, başka kadınlar. Hele başka kadınlar… Bu çok komik be Nuri. Ben de sana arzularımdan bahsetsem, sen de kahkahalarla gülerdin. Şu yaşadığım boktan hayata bir sebep aramaktan hiç yorulmuyorum desem… Hayat, bu denklemi çözmek değil! İstesem şimdi bitiririm bu işi.
Ne zaman böyle yapsa, anneannem geliyor aklıma. Anneannem… Anneannem sağırdı. Dedeme kalırsa, canı istediğinde işitiyordu ama bence düpedüz sağırdı. Küp gibi sağırdı ve ben onun bu küplüğüne gıpta ediyorum şimdi. Küp. Keskin sirke. Dedem. Zarar. Aynı evde. Bir ömür. Dedemin abidik gubidik işleri. Kırdığı cevizler. Dedikodular. Anneannemin kulakları. Annemin yüzü. Zararın neresinden dönsem… Karşıma yeni bir cinnet.
Nuri benim için o evden kurtuluştu. Annem için dedemin evi ne kadar kurtuluşsa… Annem babamdan… O kadın. Üçüncü… Ben dedemden. Nuri de benden… Kaçıyor şimdi. Üçüncü şahıslara.
Şimdi pişman mıyım? Bilmiyorum. Kalsam pişman olmaz mıydım? Nuri çözüm değildi belki ama Nuri bir seçenekti. O evde kalmazsam, daha iyi olacakmışım gibi. Zamanın tekrara düştüğü bu hayatta, yelkovanından daha hızlı dönen bir akrepti işte Nuri. Artık buradayım ve burada var olmanın tek yolu, gülmek. Her şey o kadar saçma ki…
‘Kasabanın en güzel kızı’, dediler, ‘vadinin en büyük evine gelin gidiyor.’ Ne düğündü ama… Ne tantana. Nuri’nin malı ne çok çene yordu? Nuri’nin malı. Ama özgürlük emek isterdi. Başkalarının yarattığı tutsaklıktan, kendi seçtiğimiz bir tutsaklığa geçene kadar. Emek. Hep okudum bunları. Yaaa… Emek emek büyüttüm ben o akrebi. Toy Nuri’nin içindeki. Nuri malı. Şişman çocuk. Zengin çocuk. Beni alacak kasabadaki tek… Mal.
Aşk, kimya işi diye bilirdim. Öyle yazıyor kitaplar. Cinsellik fizik. Nuri ikisinden de sınıfta kalır. Nuri aşkı beceremiyor ama Nuri beni beceriyor. Anladım ki şimdi başkalarını da… Kimyasının farkında olsa da, fiziğine güveniyor demek Nuri. Malına. Muazzam cüssesiyle önüne geleni deviriyor şimdi. Nuri’nin sırtı artık boğum boğum. Nuri’nin zehiri herkesin içinde. Nuri üçü keşfetmiş çoktan.
Üzerimde geziyor yıllardır bu iri kıyım akrep. Yıllardır eziyor beni. Cüssesiyle eziyor. Malıyla eziyor. Sesiyle eziyor. İçimde mi, dışımda mı? Her yerimde. Ben sustukça o kendini haklı sanıyor. Bağırdıkça mutlu oluyor. Dümdüz bütün detaylarım. Enfes bir coğrafyayım artık. Yaşadığım bu vadinin aksine. Dağ yok. Tepe yok. Kıvrım kıvrım akan o su yok. Dalgalı deniz yok. Düzlük… Dümdüz. Hatlarım. Hatıralarım. Her şeyi yeniden anlamlandırdıkça kat izleri açılı açılıveren bir deli gömleği. Çıplak tene değdikçe, neresinden baksan, hapsedilmişlik. Kafamın içindeki teller kopmuş. Yer değiştirmiş. Kısa devre… Kısa devresin sen Nuri! Büyük balık büyük kayanın altında olmazmış her zaman. Ha ha ha! Bak, cinnet öyle geçirilmez, böyle geçirilir Nuri! Benim krizim senin krizini… Benim krizim… Miras değil, alın teri.
Anneminki tam olarak böyle değildi. Farklıydı. Annemin krizi… Önce babam. Sonra dedem. Ben? Ben hep böyle sakin ve akıllı kalacağım değil mi dede? Annemin yaptığını yapamam ben. Sinirlenilmesi gerekiyorsa sen benim yerime sinirlenirsin, ne güzel. Annemi sevdiğin gibi sevmezsin beni. Anneannemin yerine koyduğun gibi… Ben söylemeden anlarsın değil mi? Ben anlıyorum ya sen söylemeden. Aynaların ters çevrilmesi gerektiğini… Ben anlıyorum. Anlıyorum. An… La… Duyarsın değil mi? Bağırsam… Annemin bağırdığı gibi. Anneannemin yerine işittiğin gibi her şeyi.
Çoğu gece uyandığımda… Annem yanımda olmazdı. Onu avlunun kuytu bir köşesinde, bilirdim, sigara içerken bulacağım. Dedemden gizli. Birbirimize sarılır, incir ağaçlarının arasından bakardık. Uçsuz bucaksız deniz… Karanlık. Bazı geceler, gözleri nemli nemli, anneannem… Katılırdı bize. Kart, kalın yapraklardan birini koparırdı. Ya da mevsimiyse gök incirlerden birini. Çıkan beyaz süt… Annemin sol yanağındaki o derin yara izine… Her seferinde, hiç bıkmadan yapardı bunu. Umutla sürerdi. Umut sandığı şey, sessiz ağzında, dişlerinin arasında bir gıcırtı.
Sabah oldu mu ben, bakardım. Hep bir ümitle bakardım annemin yüzüne. Yara orada dururdu. Bütün yaraları… Yerli yerinde. Yüzünden anlardım. Hepimiz, hep aynı yerde. Hepimiz hep aynı yere otururduk kahvaltıda. En sevdiğim, şeftali marmeladı sürülmüş ekmek. Başka hiçbir şey yemek istemezdim. Kızarmış ekmeğin mis kokusu. Şeftali tadı. İki kavga arasının kısacık keyif anları. Sonra, dedem kereste atölyesine giderdi. Patron dedem. Bey dedem. Annem bir yerlere bazen. Bisikletiyle. Bense kitaplarımın başına. Anneannem evin dört bir yanında. Bütün gün işlenir. Bitmez o iş. Hiç bitmez. Anneannemin sessiz işleri. Annemin sessiz gidişleri.
Bu defa, anahtarı almadan çıkmak evden, saatlerdir dolanmak… Hem de bu külüstür bisikletle. Kasabanın sokaklarında. Bütün ömrümün yolları. Ömrümün bütün yolları. Bu bisikleti sevmiyorum. Annemin bindiği. Bisiklete binmeyi de sevmiyorum. Bu tenha yollarda, sürekli aynadan arkamı kollamak… Alışkanlık. Ayna varsa, arkaya… Sökmeli bunu. Sökmeli. Aynayı…
Anneanneme mi gitsem? Şeftali zamanı tam. Yaptı mı ki marmelatları? Birlikte yapardık. Mis gibi kokardı. Dedem severdi şeftalileri. Annem dokunamazdı hiç. Kızardı dedeme. Dedem de ona kızardı. O gün annem çok bağırdı dedeme. O gün… Şeftaliler… Daha olmamış. Çok kızdı annem. Dedem vurdu anneme. Sonra annem…
O marmeladı dökmeyecektin Nuri!
İlk sapaktan sapıp anneanneme sürüyorum bisikleti. Hadi anneanne! Şeftali marmeladı yapalım.

İsmail Akman, kendisini bir yolcu olarak tanımlıyor. Ellilerin kıyısında. Denizli’de yaşıyor. Arada uyanıyor. İki küçük fili var. Aklında da ne çok iş… Bütün bu yolların, yaşların, işlerin, düşlerin ve fillerin doyurulmasına çalışıyor. Şu sıra yorgun. Kitabını bitirdi. Kapağını daha göremedi.

