Mualla Çelik Hıdıroğlu
İnsanın içinden yükselen uğultunun tüm seslerden daha güçlü duyulduğu anlar vardır. Bu, yutulan sözlerin ve ertelenen eylemlerin gürültüsüdür. İç sesimizi bastıramadığımız, bazen dalgalanıp bazen durulduğumuz anlarda güvenli bir limana sığınma ile akıp coşma arzusu arasında sıkışıp kalırız. Hayat bu iki zıt gücün bir dengesidir. İnsan ruhu ikisine de ihtiyaç duyar.
Kimlik de öyle değil midir? Sürekli yer değiştiren bir küme… Benliğin farklı renkleri, farklı yüzleri…
Kimliğin dağınık ve değişen hâli, bireyin salt bir kimlik kartından veya bir dizi tanımdan ibaret olmadığını gösterir. Bu tanımsızlık, aslında insanın en yalın gerçeğidir. Her yeni deneyim, her yeni okuma, o eski kabuğun bir parçasını söker. Tıpkı Virginia Woolf’un bilinç akışında olduğu gibi, benliğin kesin sınırları geri dönülmez bir çözülmeye uğrar; o ‘ben’ dediğimiz şey, kendini bir oluş ve dağılma içinde yeniden yazmaya devam eder. Kalıcılık, hayatın en büyük yalanıdır.
Sabit durmak, sadece geçici bir soluklanma halidir. Hareket dediğimiz şey, sadece mesafe kat etmek değildir. Bazen içimizdeki fırtınanın dinlenmesi için, dışarıdaki devinimi durdurmaktır.
Bir gün dalga gibi kabarıp yükselmek, ertesi gün kıyıya vurmuş bir yosun gibi sükûnete gömülmek. İşte o durma anı, bir sonraki dalganın gelişini karşılamak için derin nefes alma süresidir.
Salınım, bedende doğal olarak bir gerilim yaratır. Bu gerilim, aynı anda hem savunmacı yanımızdır hem de bilinmeyene doğru sürüklenmeye can atan arzumuzdur. Duvar, bizi dışarıdaki tehlikelerden korur, doğru; ama aynı zamanda kendimizden, büyüme imkanımızdan da alıkoyar. Güvenlik, kısıtlayan ve baskı altına alan bir bedel ister. Özgürlüğün vaadi ise hiçbir garanti sunmaz. Sadece konforunun bozulmasına razı olup kendini suların derinliğine bırakmayı, o büyük sarsıntıyı göze almayı gerektirir.
Deniz kenarındaki evde bir kadın, pencereden dalgaları izliyor. O, bir karar anının kıyısında duruyor. Zihnindeki uğultu, kadına gizli bir çağrı. Geçmişinde dalgaların duvara çarptığı, duvarların dalgaları durduğu hatıraları var. İnsan çoğu zaman o anlarla yön değiştirir: Bir cümle, bir bakış, bir kayıp, bir hayal kırıklığı bu değişime zorlar. Hayatın kritik anları, ruhun sınırlarını zorlayan bir baskı yaratır. Her bir kırılma, bireyi yeni bir eşiğe sürükler. Sınırlara dayanınca yıkmak da isteriz, akıntıya kapılmak da. Güvenli liman arayışı aklın isteğiyken ufka duyulan özlem bireysel ütopyanın ta kendisidir.
Arada kalmışlık, kişiyi iç sınırlarını yoklamaya zorlar. Kimsenin bilmediği karar anları, çelişki içinde olunan zamanlar… Pencere önündeki kadın işte o eşikte. Ne duvarı yıkıp aşabiliyor ne dalgalara kendini bırakabiliyor. Arada yaşamak, bir sonuç değil; bitmeyen bir süreç. Var olmanın kaçınılmaz hâli. Onun kararsızlığının nedeni tembellik değil; bütün olasılıkların getirdiği yükün farkında olması.
Bekleyiş, bir eylemsizlikten ziyade farkındalığın derinleşmesidir; bir tür iç izleme hâli. Duvarın önünde durmak, değişime yüz çevirmek değil; kendi sınırını bilerek hareket etmektir. Dalgayı dinlemek ise, çözülüşün büyüsüne kapılma riskini göze alarak evrensel ritme kulak vermektir.
Kadın, bu eşikte durarak Albert Camus’nün bahsettiği isyanın yalınlığına ulaşmaktadır. Çelişkiyi kabul etmek, büyük bir direnç eylemidir. Zira Camus şöyle der: “Umutsuzluk bile, ne kadar az umut beslerse o kadar az acı çeker.”
Ölüm ve kimliksizliğin çağrısı. Bir araya geldiklerinde kişi hem sınırını görür hem parçalanışını. Bu huzursuzluk onu gerçeğe biraz daha yaklaştırır.
Dalgadan duvara, duvardan dalgaya; akış değil, salınım. Bir çözülme, bir toparlanma. Bu salınım, ölümün (duvarın) kesinliği ile çözülüşün (dalganın) belirsizliği arasında nefes alıp verirken, kişiyi yalın gerçeğe, yani yaşamanın huzursuzluğuna yaklaştırır.
Kadın sabaha başkası olmuştur artık. Arada kalmışlık bir çelişkiden çıkıp seçilmiş bir durum haline gelmiştir. İki zıt kutup üzerinde yürümeyi öğrenmiştir. Woolf’un sesi ile Camus’un suskunluğunun bir arada yaşandığı aralıkta, parçalarını bütünlemektedir.

Mualla Çelik Hıdıroğlu, Endüstri Yüksek Mühendisi. Yürüttüğü projeler ve çalıştığı sektöre getirdiği yenilikler nedeniyle Dünya Gazetesi tarafından ‘Sektöründe Yılın En Başarılı İş Kadını Ödülü’ne layık görüldü. Kadın dernekleri ve birçok sivil toplum örgütünün kuruluşunda yer aldı, başkanlık yaptı. Profesyonel kariyerini sonlandırdıktan sonra sanat ve edebiyata yöneldi. Resim çalışmalarına kendi atölyesinde devam ediyor. Yaratıcı yazarlık, derin okuma, felsefe, mitoloji ve psikoloji alanlarında birçok atölyeye katılırken, disiplinlerarası bir yaklaşımla sanatsal gelişimini pekiştirdi. Öyküleri çeşitli kolektif kitaplarda yer aldı. Distopya ve Suare Dergi’ye yazar olarak katkı sunuyor. Sanat ve düşünce ekseninde üretimlerini sürdürüyor.

