Funda Torunlar
–Bellek ve Gelecek: İnsanlığın Anlam Yolculuğu–
Bundan yıllar önce, salonumuzun koltuğunda yarı uykulu yarı uyanık kestirirken, ev ahalisinden birilerinin misafirliğe gelmiş akrabalarımızla olan konuşmalarına kulak misafiri olduğum bir anda -ancak, konuşmaların dedikodu kıvamındaki halinin beni pek de ilgilendirmeyen umursamazlığında iken- aniden bir aydınlanma yaşadığımı hatırlıyorum. İnsanların incir çekirdeğini doldurmayan sözde sorunları ve şikayetleri ve konuşulan konuların içerikleri bana şunları düşündürmüştü: Bu kadar mükemmel bir biyolojik yapıya sahip insanın -kaldı ki beyin hala bir muamma, evrenin tam olarak çözülememiş biyolojik yapısı iken, algısal ve zihinsel tarafı nasıl oluyor da bu kadar sıfır altı bir durumda kalabiliyordu. Burada bir dengesizlik vardı. Bu konu uzun zaman ilgimi çekti. Ta ki zihin-bellek-ego üçlüsünün ne olduğunu anlayana dek. İnsan tam olarak da bu üçüydü; insanın gerçek varoluşunu oluşturan yapı taşları…
Zihin, algı ve kavrayışın devinen yüzeyi; bellek, geçmiş ve onda saklananların derin kuyusu, ego ise bireyin kendini anlama çabasının hikâyesini kurgulayan büyük şef. Bu üçlü, insana hem mucizevi bir potansiyel sunuyor hem de onu sınırlayan bir hapishaneye dönüştürebiliyor. İşte bu durum varoluşun büyük dengesizliğine işaret ediyor. Çünkü insan, biyolojik mükemmelliği ile sıradan düşüncelerinin uyumsuzluğu arasında salınan bir varlık…
Bir yandan insanın olağanüstü bir potansiyele sahip olduğunu görüyoruz, diğer yandan da onun zihinsel sınırlamalarını fark ediyoruz. Toplumların tarih boyunca kolektif bilinci koruma çabaları, bu dengenin sağlanmasında kritik bir rol oynamıştır.
Bir Zen ustası, öğrencisiyle bir çay seremonisi sırasında sohbet ederken ona şöyle der: “Belleğin bir çay fincanı gibidir. Çok fazla doldurduğunda taşar ve hiçbir şey tam olarak anlamını bulamaz. Ama doğru miktarı doldurduğunda, her yudumun tadı seni derin bir farkındalığa ulaştırır.”
Bu hikaye, belleğin, geçmiş deneyimlerin birikimi olarak aynı zamanda bir denge unsuru da olduğunu göstermektedir. İnsan belleği, fazla yüklenirse kaosa yol açabilir, sadeleştirildiğinde ise anlam yaratır.
Tarihin Tekerrürü ve Kolektif Bilincin Korunması
“Tarih tekerrürden ibarettir.”
Evet kesinlikle öyledir. Çünkü ademoğlu, burnunun dikine giden bir hayvandır. Hayvan derken kökeni Arapça olan bu kelimeyi gerçek anlamıyla söylersek “can taşıyan”dır. Can taşımak çok kıymetlidir kuşkusuz. Ancak zihinsel gelişimi yirmi beş yılı bulan bu canlı türü, ortalama ömrü seksen olsa hayatının dörtte birinden fazla bir zaman diliminde – tabiri caizse, kendine gelmektedir. Şu da bir gerçek ki zihinsel gelişim süreçlerinde farkındalık kazanmak zaman alır; bu süreç, bir anlamda insanın kendine gelme yolculuğudur. Gelişmiş diye adlandırılan toplumlar, belleğin değerini anlayarak onu bir yaratıcı güç olarak korur ve yaşatır. Oysa modern çağın hiperaktif zihinlerinin, hızla tüketilen, parçalanan kolektif bilincin değerlerine burun kıvırması, klasik olanın rutin algısının dışında daha naif ve latif bir algıya ihtiyaç duyduğunun göz ardı edilmesi, geleceğin nasıl şekilleneceği konusunda endişe hissettirmektedir.
“Tarih tekerrürden ibarettir.”
Sadece geçmiş olaylar tekrar etmez aynı zamanda bellek de sürekli yeniden yazılır. Bu kaçınılmazdır. Çünkü tüm insanlık boyunca kolektif bilinci koruma çabası sürdürülmüştür. Atasözleri ve diğer kültürel miraslar, bu çabanın birer yankısıdır; geçmişin bilgeliğini günümüze taşıyarak geleceği şekillendiren bir köprü görevi görürler. Belleğin yaşanmışlıklardan damıtılan en rafine halidir sözlü kültür.
Atasözlerinden uzaklaşan bir toplum kendi benliğinden uzaklaşıyor demektir çünkü atasözleri bireyleri ve toplumları yalnızca pragmatik değil, aynı zamanda değerlerle şekillenen bir geleceğe yönlendirme potansiyeline sahiptir.
Bir Zen hikayesi, akıntıya karşı yüzen bir balığı anlatır. Balık, nehirdeki akıntıya karşı yüzmekte ısrar eder. Bir gün bir Zen ustası onu izler ve şöyle der: “Bu balık, nehirle mücadele etmiyor; onun bir parçası oluyor. Unuttuğu şey, akıntıyı reddetmek yerine onunla nasıl dans edeceğini öğrenmektir.”
Bellek, bu anlatıda olduğu gibi, insanın hikayesinde yönlendirici bir güçtür. Geçmişi reddedemeyiz. Onun bir parçası haline gelerek geleceği anlamlandırabiliriz.
Unutmak ve Rahmet
“Unutmak ve unutulmak rahmettir” dedi Bilge.
Nasıl olabilirdi bu, insanların en çok korktukları şeylerin başında unutmak ve unutulmak gelmiyor muydu? Belki de unutmanın anlamı, geçmişin ağırlığından kurtulup geleceği daha özgürce şekillendirme fırsatıdır. Rahmet, unutulanların rahatsız edici yükünden bir tür arınmadır. Bellek, unutmanın bu paradoksunu da içinde taşır: İnsan, hatırlayarak kendini köklendirir ancak unutmak onu özgür kılar. Bununla birlikte unutmanın bir diğer yüzü, ders alınması gereken geçmişi silmek ya da değerli anıları kaybetmek olabilir. Bu nedenle, unutmak bir özgürleşme süreci olduğu kadar, geçmişle bağlarımızı ve kimliğimizi zayıflatma riski de taşır ve şu soruyu gündeme getirir: Hangi anılar saklanmalı, hangi yükler bırakılmalı? Böylece anlıyoruz ki, hatırlayarak kimliğimizi korumanın yollarını aramalıyız. Bu denge, hem bireysel hem de toplumsal olarak sürdürülebilir bir anlam arayışında kritik bir öneme sahiptir.
Unutma paradoksu, unutmanın bizi özgürleştirici yanını kucaklamamıza, insan zihninin inceliklerini ve sınırlarını anlamamıza da kapı aralayan bir sorudur. Hem unutmanın hem de hatırlamanın hayatımızdaki yerini nasıl değerlendirdiğimizi sürekli olarak sorgulamaya davet eder. Bu dengeyi kurmak, varoluşsal bir zaferdir.
Hayatın değişkenliği ve her şeyin geçici oluşu, zihinsel özgürlüğün anahtarıdır. Bireyin geçmişin yankılarından özgürleşmesine ve geleceği daha güçlü bir şekilde karşılamasına olanak tanır.
Geleceğin bellekten beslendiği bir dünyada, insanın en büyük sorumluluğu hem geçmişi hatırlamak hem de ona takılıp kalmadan geleceği yaratmaktır. Bugün hızla tüketilen değerlerin arasında, daha duyarlı, daha naif bir algı geliştirmek belki de insanın varoluşuna dair en acil ihtiyaçtır.

Funda Torunlar Trabzon’da doğdu. Yükseliş Koleji’ni ve Hacettepe Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği bölümünü bitirdi. Çeşitli özel okullarda İngilizce öğretmeni olarak çalıştı. Çocukluğunda başlayan ‘kavramlara’ olan ilgisi, çocuk oyunları, hikayeler, denemeler, roman denemeleri, tiyatro metni yazarlığı çalışmalarına zemin hazırladı. 2018 yılında, Joyland İngilizce ders kitabı serisinin ortak yazarı oldu. Ayrıca D.H Lawrence’nin “Lady Chatterley’in Aşığı” adlı eserini Türkçeye çevirdi. Emeklerine müteşekkir olduğu iki güzel insanın evladı, Zeynep ve Cemre’nin de annesi olan Torunlar, halen İngilizce öğretmenliği yapıyor ve yazmayı sürdürüyor.