Funda Torunlar
“Neden buradayız?”
“Var etmek için…”
****
“Neden buradayız?”
“Yok etmek için…”
****
Dünya, bin yıllar boyunca birbirinden farklı inançlara, kültürlere, dillere, vs. ev sahipliği yaptı. Her toplum kendi kabullerini yaşadı, kendi göğünün altında hayaller kurdu. Ama neredeyse hepsi, o ya da bu sebeple acı çekti. Savaşlar, sürgünler, kıyımlar, yıkımlar… Ve hepsi çoğu zaman kendilerini en çok acı çeken sandı. Oysa acı kimsenin tekelinde değildi.
Kimi zaman farklılıklar yüzünden, kimi zaman aynı-lıklar yüzünden, insanlık defalarca çeşitli işkencelerden geçti.
Çünkü insan,
Var edemediğini yok etti.
Anlayamadığını reddetti.
Sevemediğini aşağıladı.
Ve sahip olamadığını düşman belledi.
Bugün geriye dönüp baktığımızda, sadece yıkılmış şehirler değil, susturulmuş insanlar, kaybolmuş diller, yok sayılmış kimlikler görüyoruz. Hepsi bir ortak sorunun sessiz tanıkları.
“Benimle aynı değilse, yaşamamalı.”
Bu düşüncenin arkasında yalnızca korku değil, aynı zamanda anlayışsızlıkla beslenen bir kibir yatıyor.
Tarihsel örneklerin neredeyse tümü yalnızca geçmişin tozlu raflarında kalmış trajediler değil. Bugün de, mikrodan makroya kadar her yapıda aynı dinamik devam ediyor. Bir okul sınıfında dışlanan bir çocuk, bir ailede bastırılan bir birey, bir mahallede istenmeyen bir yaşam biçimi, bir ülkede yok sayılan bir kimlik… Tüm bunlar, aynı sorunun yeni biçimleri.
İnsan hâlâ, anlayamadığını reddediyor, susturuyor ve bazen de yok ediyor. Bu yüzden birey düzeyinde başlayan dışlayıcılık, toplumlar arasında duvarlara, savaşlara, soykırımlara dönüşebiliyor. Küçük bir “öteki” algısı, büyüyerek koca bir insanlık krizine dönüşebiliyor.
Bu yüzden yok etme “kolaycılığı” yalnızca tarihte değil, şu anda da bir yerlerde hâlâ sürüyor.
Her birimizin günlük hayatında verdiği küçük kararlarla, dünyanın büyük çehresi şekilleniyor.
Tarih boyunca, insanın anlamlandıramadığı şeyleri yok saymanın da ötesinde yok etmeye çalıştığını gösteren yaşanmış sayısız olay var. En acılarından biri; Hypatia.
Mısır’ın İskenderiye kentinde, bilimin ve felsefenin ışığıyla çevrili bir hayatı vardı Hypatia’nın. Erkeklerin hüküm sürdüğü bir çağda, bir kadının kürsüye çıkıp düşünceyi savunması, o çağ için neredeyse imkansızdı. Hypatia matematik anlatıyor, yıldızların hareketini öğretiyor ve ruhun doğasını sorguluyordu. Ancak onu dinlemeyen, ne dediğini anlayamayanlar ve kendi şartlanmışlıkları dışında herhangi bir fikre tahammül edemeyenler onun varlığına öfke duymaya başladılar. O öfke artarak büyümeye, büyütülmeye devam etti ve bir gün kanla taştı.
Hypatia’yı sokak ortasında sürüklediler ve acılar içinde yok ettiler. Ama ironiktir -yok ettikleri şey, gerçekte hiç ölecek bir şey değildi. Hypatia’nın bedeni toprağa karıştı belki, ama düşünceleri, aydınlık çağrısı olarak yüzyıllar sonra bile yankılanmaya devam etti.
Bugün hâlâ aynı çıkmazdayız.
Birbirimize benzemediğimiz yerde kırılıyor bağlarımız.
Belki de artık şu soruyu daha sık sormalıyız:
“Ben onu anlamıyor muyum, yoksa anlamaya çalışmıyor muyum?”
“Var edemediğini yok etme” sözü, insanın içindeki zorba ile bilge arasındaki savaşın özüdür.
Her gün, her karşılaşmada, her farklılıkta yeniden sorulur:
“Bunu sahiplenemediğin için mi yok etmek istiyorsun? Yoksa kendi dar evreninin dışına çıkmaya cesaretin mi yok?”
Zor olan anlamak değil belki, zor olan önce kendini fark etmek.
Gerçek varoluş, ancak yok edemediklerinle barıştığında başlar.
Jilu tanrılara ve ölülerin ruhlarına hizmet etmek hakkında soru soruyordu, ama Usta şöyle yanıtladı: “Henüz başka insanlara hizmet edemiyorsan, ölülerin ruhlarına nasıl hizmet edebilirsin?” Sonra ölüm hakkında sordu ve Usta, “Henüz yaşamı anlamıyorsan, ölümü nasıl anlayabilirsin?” dedi.
Bu sözler, Konfüçyüs’e atfedilen metinlerden birinde geçer. Söz konusu diyalogda öğrencisi Jilu, hem ölülerin ruhlarına hizmet etmeyi hem de ölümü anlamayı sormaktadır. Konfüçyüs ise onun dikkatini yaşama ve insanlara hizmet etmeye çeker.
Kısacası, bu söz bize şunu hatırlatır:
“Ruhani olanı anlamadan önce, insani olanı yaşa. Bilinmeyeni anlamaya çalışmadan önce, bilinebilir olanı hakkıyla yaşa.”
Konfüçyüs’ün “Henüz yaşamı anlamıyorsan, ölümü nasıl anlayabilirsin?” sözü, varoluşun temel koşuluna işaret eder… anlam arayışı.
Birçok yıkım, bireysel ya da toplumsal, aslında yaşamın içindeki anlamı kavrayamamaktan, onun yerine geçecek bir “anlam sanrısı” ile yaşamaktan kaynaklanır. İnsan, yaşarken neden yaşadığını bilmezse yaptığı yıkımlar da sadece fiziki değildir, ruhsaldır da aynı zamanda. Yaşamı anlayamayan, neyi yıkmakta olduğunu da bilmez. Anlamdan kopan birey, yıkıma kendini yok ederek başlar, toplumu yok ederek bitirir.
“Ölülerin ruhlarına hizmet etmekten önce insanlara hizmet etmeyi öğrenmelisin,” der Konfüçyüs.
Bu söz, yıkım karşısındaki en insani direniştir aslında -yaşayanı korumak, ona kıymet vermek, ona hizmet etmek. “Ölüyü yüceltmeden önce yaşayanı onurlandır.” Mezarlara çiçek bırakmak kolaydır; ama bir insanın kalbine dokunmak gerçeğe yapılan bir hizmettir..
Varoluşçuluk, özellikle Camus ve Sartre’da olduğu gibi, yıkımın içinden doğar; anlamsızlık, boşluk, tanrısızlık, ölüm korkusu. Konfüçyüs ise varoluşa başka bir kapıdan girer. Anlamı yaşamın içinde bulmaktır bu, şimdide ve ilişkilerde. Yaşamak, sadece hayatta kalmak değil; anlamlı ilişkiler kurmak, sorumluluk almak ve hizmet etmektir. Yıkım, anlamı yitirince gelir. Varoluş, anlamla kök salınca başlar.
Bugün birçok insan, yaşarken bile ölü gibidir. Duyarsız, hissiz, anlamsız adımlarla sürüklenir yaşamın içinde. Çünkü yaşamı anlamak, emek isteyen bir iştir. Yaşamı anlamayanın kurduğu dünya da, kaçınılmaz olarak yıkıma gebedir.
Yıkım, yalnızca şehirlerin taş üstünde taş kalmaması değildir. Bir dostluğun bozulması da yıkımdır. Bir çocuğun hayal kırıklığı, bir toplumun vicdanını kaybetmesi, bir insanın kendine yabancılaşması…
İşte o yıkımlar, yüzeyde kalan bir yaşamdan, özü kavranmamış bir varoluştan doğar.
İmam Gazali: “Cevizin kabuğunu kırıp özüne inmeyen, cevizin hepsini kabuk zanneder.”
İnsan çoğu zaman hakikatin sadeliğini küçümser. Söz ne kadar yalınsa, kalbin taşıdığı anlam da o kadar berraktır oysa ama bizler, kırılmaktan korkarız. Kabuğumuz çatlarsa, içimiz görünür diye… Bu korkuyla hakikatin hafifliğinden kaçar, yalanın, gösterişin ve karmaşık olanın ağırlığına sığınırız.
Çünkü zihin, yük ne kadar ağırsa onu o kadar değerli sanmaya meyillidir. Gürültüyü derinlik zanneder, karmaşayı bilgi… Sade olanı yüzeysel, sessiz olanı zayıf, hafif olanı önemsiz bulur.
Böylece yalanı taşırız sırtımızda, çünkü onun kabuğu kalındır; düşsek bile bizi korur sandığımız bir yanılsama yaratır.
Fakat gerçek, yumuşak bir içle saklanır kabuğun gerisinde. Ona ulaşmak için kırılmak gerekir, hem içimize, hem dünyaya karşı. Kırılmak, savunmasız kalmaktır. Belki de yalnızca savunmasız kaldığımızda, yaşamın özüne temas edebiliriz.
Özü kavramayan, yıkımı da, varoluşu da yalnızca görüntüde yaşar. Gerçek derinlik, kabuğu çatlatmadan anlaşılmaz. Yıkım, çoğu zaman başka bir insana “dokunamamanın” sonucudur ve bu dokunamama hâli, bir insanın kendi özüne de yabancı kalmasıyla başlar.
Kendine yabancılaşan, dünyaya da yabancılaşır. İşte o an, yıkım sadece dış dünyada değil, insanın içinde de başlar.
Bazen bir yıkım, bir insanın içindeki o derin, görünmeyen boşluğun son çırpınışı olur.
Bir kadın… Yıllar boyunca eşi tarafından şiddete uğruyordu. Hem bedeninde, hem kalbinde ezilen, susturulan, yok sayılan bir hayatın içindeydi. Bir gün artık canına tak etti ve adamı öldürdü.
Bir gecekonduda yaşıyorlardı… Bahçesinde, teneke kutular içinde büyüyen birkaç çiçek vardı. Kadın, kocasını öldürdükten sonra dışarı çıktı ve çiçekleri suladı… Yakalandıktan sonra çıkarıldığı mahkemede hakime şöyle dedi:
“Keşke önce çiçekleri sulasaydım… Belki de onu öldürmezdim.”
İşte bu cümle, yıkımın sınırında durmuş bir ruhun en saf, en çıplak sesidir. Çünkü belki de çiçekleri sulamak, o son anda yaşamla bağ kurmaktı. Toprağa dökülen bir damla su, içine gömülmüş bir çaresizliği, bir acıyı, bir şiddet zincirini bir anlığına durdurabilirdi.
Varoluş bazen yüksek düşüncelerle değil, en basit eylemle anlam bulur. Bazen bir bardak suyla, bir bakışla, bir çiçeği hatırlamakla…
Ve bazen yıkımı önleyecek tek şey, tam da unuttuğumuz o inceliktir.

Funda Torunlar Trabzon’da doğdu. Yükseliş Koleji’ni ve Hacettepe Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği bölümünü bitirdi. Çeşitli özel okullarda İngilizce öğretmeni olarak çalıştı. Çocukluğunda başlayan ‘kavramlara’ olan ilgisi, çocuk oyunları, hikayeler, denemeler, roman denemeleri, tiyatro metni yazarlığı çalışmalarına zemin hazırladı. 2018 yılında, Joyland İngilizce ders kitabı serisinin ortak yazarı oldu. Ayrıca D.H Lawrence’nin “Lady Chatterley’in Aşığı” adlı eserini Türkçeye çevirdi. Emeklerine müteşekkir olduğu iki güzel insanın evladı, Zeynep ve Cemre’nin de annesi olan Torunlar, halen İngilizce öğretmenliği yapıyor ve yazmayı sürdürüyor.

