Elif Özge Karakaya
Kentlerin hangi yanının diğerinden daha gerçek olduğunu bilebilir miyiz? Kente biçim verenin, ona bakan kişinin keyifli ya da keyifsiz olmasıdır dersek yanılır mıyız?
Gezmek, benim için ruhumun en derin kentlerine doğru yaptığım bir yolculuk oldu; ne haritalarda ne de sadece kitaplarda izini bulabileceğim bir rota. Bazen bir sokak köşesinde, bazen bir deniz kenarında, bazen de yabancı bir kentte kaybolduğumda –ki sıkça kaybolurum- kendimle daha çok rastlaştım. Bu sebepten gözlerim, her yeni adımda keşfettiğim dünyaların peşinden giderken yorulmadı.
Rotasız izler ne sadece yollarla ne de görmekle şekillendi. O izler, bir yeri, zamanı değil; bir duyguyu, bir hatırayı aramakla meşgul oldu hep; başlangıçsız ve bitişsizdi. Belki de bu yüzden varmakla yetinmedi.
Her yolculuğum rastgele yürüdüğüm adımlarımdan taşan izlerle bezendi; kalıcı, silinmesi güç bir yankı gibi yollarımda şekillendi.
Ben de şimdi, karın taze, beyaz örtüsünün altından yeni yeni çıkarken, baharın gelişini Amélie ile Calvino’nun Görünmez Kentler’inde seyretmek istedim.
“Le Fabuleux Destin d’Amélie Poulain”: Amélie Poulain’in Masalsı Kaderi
Jean-Pierre Jeunet ve Guillaume Laurant tarafından kaleme alınan, algıladığı masalsı dünyasında, Yann Tiersen müzikleri eşliğinde Paris sokaklarından başlayarak birlikte dolaşabileceğimiz bir yol arkadaşı. Onunla rastgele yürüyerek hem insanlarda hem de Paris sokaklarında bıraktığı izlere eşlik etmek mümkün. Amélie’nin Paris’teki her ânı, gözle görülenin ötesinde bir dünya sunuyor.
O, dışarıdan basit ve sıradan görünen sokaklarda, insanların yaşadığı gizli hikâyeleri fark ediyor. Tıpkı, Italo Calvino’nun Görünmez Kentler’inde Marco Polo gibi…
Tıpkı ilkbahar gibi, ilkbaharın sadece gözle görülebilen bir mevsimden fazlası olduğu gibi…
İlkbahar: Görünmeyen Bir Kentin Hikâyesi
Görünmez Kentler, Marco Polo’nun hafızasından Kubilay Han’a aktarılan, soyut ve katmanlı yapılar olarak karşımıza çıkıyor. Her bir kent farklı bir zamanın ve duygunun yansımasını taşıyan kendi içinde birer evren niteliğinde.
İlkbaharı görünmeyen bir kent olarak düşündüğümde, her köşe başında bir sır barındırdığını da söyleyebilirim. İlkbahar, yalnızca doğanın uyanışı değil, aynı zamanda ruhun derinliklerinde de bir dönüşüm yaratır. Bu mevsim, Calvino’nun kentleri gibi, katmanlı bir yapıya sahip. İlkbaharda her çiçek açışı, her yaprağın yeşermesi; tıpkı bir kent gibi, içsel bir dönüşüm barındırıyor.
Amélie’nin gözleriyle baktığımda, Paris sokakları da bu uyanışı hissettiriyor. Doğanın ve ruhun uyandığı bu dönemde, her ayrıntı, kaybolan hatıralar ve yenilenen umutlarla birleşiyor.
İlkbahar, tıpkı “Görünmez Kentler” gibi hem sürekli hem de geçici bir süreç oluyor; kentler geçmişin izlerini taşırken, aynı zamanda yeni umutlar doğuruyor.
İlkbahar, geçmişin hatıralarıyla yeni başlangıçların birleşimidir. Bu mevsim, doğanın, ruhun ve kentlerin uyanışıdır. Kışın sessizliğinden sonra insan da geçmişi hatırlar, kaybolanları yeniden düşünür.
Ersilia ve Kaybolanlar
Ersilia’nın ipleri, bağları, ilişkileri simgeliyor; bir kente hayat veren ilişkilerini… Bunlar, gözle görülmeyen bağlar. Ancak Ersilia terk edildiğinde, geriye sadece ipler ve bağların hatıraları kalıyor. Bu ipler, bir zamanlar güçlü olan ama sonunda çözülüp dağılmaya mahkûm olan bağların temsilcileridir. Ersilia, tıpkı her bir bahar gibi, yenilenen bir yaşamın işareti olarak terk ediliyor ve başkaca bir mekânda yeniden inşa ediliyor. Bu, bir yeniden doğuş değil, ama bir yeniden şekillenme sürecidir.
Ersilia, kaybolan ilişkilerin, kaybolmuş zamanların hatırasıdır.
Amélie ile Paris’teyken, Ersilia’yı hissediyorum; her adımda kaybolmuş duyguların, unutulmuş ilişkilerin izlerini takip ediyorum. Geçmişin ipleriyle örülmüş bu kent kaybolmuş anılarımı fısıldıyor.
Görünmeyen Kentler: İnsanın İzinde
Görünmez Kentler’de, yabanıl topraklardan gelen insan İsidora’ya vardığında geç kalmıştır. Kent meydanında, gençliğinin önünden geçtiğini seyredebilir.
Geciken insanın arzuları artık yerini anıya bırakıyor.
İsidora da eski hatıraları biriktiren sokaklarıyla, insanları geçmişe doğru bir yolculuğa çıkarıyor. Eskinin yankılarını tozlu sokaklarında taşıyor.
İlkbahar da tıpkı İsidora gibi, geçmişin kaybolmuş izlerini yeniden ortaya çıkarır, kendini yenileme fırsatı sunar. Eskiyi ve yeniyi birleştirme imkânı sunar. Yıllanmış bir ağacın gövdesine attığı yeni kabukla, dalında yeni bir tomurcuk açar.
Her yıl geldiğinde taze bir umut ve uyanışla doğayı sarmakla yetinmeyen mevsim, bu uyanışın ardında kayboluş, unutulmuşluk veya terk edilmişlik de sunar.
Bir filiz gibi, kışı geride bırakıp, yeniliklere doğru büyürken, hafif bir serinlik hâlâ var. Ama artık bir boşluk değil, bir umut taşıyor o serinlik.
Laudomia: Geçmiş, Şimdi ve Gelecek
Laudomia hem canlıların hem de ölülerin huzur bulduğu, yaşam ile ölüm arasındaki sınırların silikleştiği bir kent. Canlılar, ölülerin mezar taşlarında adlarını okuyarak geçmiş ve geleceği birleştiriyor. Bu kent, yaşamın ve ölümün sürekli bir dönüşüm içinde olduğu, zamanın sınırlarının kaybolduğu bir yer.
Ölülerin Laudomia’sı, bir zamanlar yaşamış olanların adlarının birer maskeye dönüştüğü, görüntülerin gerisinde kalan bir hatırlama alanı…
Laudomia sadece geçmişi ve mevcut yaşamları değil, geleceği de şekillendiriyor. Doğmamışların hayatları burada yeni bir başlangıç olarak var oluyor. Kent, her yeni kuşakla birlikte değişiyor, gelişiyor. Geçmiş, şimdi ve gelecek, Laudomia’da birbirini takip eden hayâller gibi iç içe geçiyor.
Bu kent, sürekli evrim içinde olan, her yeni doğanla geçmiş üzerine inşa edilen bir yaşam alanı.
Bu kent ilkbaharda doğanın uyanışını bekleyen toprak gibi, serpilen her tohumla yeniden doğuyor. Her yeni doğan, bir ölüye ait olan geçmişi üzerine inşa ediyor; yeni bir düş başlatıyor.
Olinda: Kentin Büyüyen Kalbi ve Sonsuz Döngüsü
Olinda’ya vardığımda içimde sürekli büyüyen doğaya rastladım. Bu kente büyüteçle bakarak küçük bir yerin içinde, çatılar, antenler, bahçeler, meydanlar, köprüler ve daha fazlasını görmek mümkün.
Kent, kendisini sürekli olarak yeniden yaratıyor; ancak her yeni katman, öncekinin izlerini taşıyor. Eski kentlerin izleriyle şekil alıyor.
Bir yıl sonra bir limon, sonra bir mantar, bir çorba tabağı kadar büyürken, kentin sınırları da değişiyor, ama içindeki geçmiş hâlâ korunduğu gibi kalıyor.
İç içe geçmiş bu katmanlar, bir kentin geçmişinin ve geleceğinin sürekli bir dansını gösteriyor bana. Kentler, zamanla yeni yapılarla gelişir, ama her eski yapı, geçmişin bir parçası olarak kalır.
Olinda da, eski surların etrafında yeni mahallelerle büyürken, kent sınırları da bir çember gibi genişliyor, yeni halkalar oluşturuyor. Bu döngü, zamanla yeni bir Olinda doğuruyor.
İç içe geçmiş her katman hem geçmişin izlerini hem de yeni bir yaşamın izlerini taşıyor. Kentin büyümesi, geçmişin özlerini ve geleceğin umutlarını bir arada barındıyor.
Tecla: Bi’ Mola
İlkbaharın yolculuğu bu kentlerle sınırlı kalamaz elbette. Her kentte gezicisini bekleyen bir anlam saklı duruyor. Bu yolculuğa eşlik eden kentler içinde gezinirken rastladığım ortak durak, geçmişi ve geleceği bir tutan inşa süreçleri oldu.
Polenlerle rastlaşan yolculuğuma biraz ara vermek için Tecla’ya uğruyorum. Yıkım korkusu ve inşa arzusunun birbirine kenetlendiği, her şeyin bir arada olduğu bu an, bir kentin kimliğinin yeniden doğuşuna tanıklık ediyor.
Buraya daha önce gelmiş birinin sorusunu anımsıyorum.
“Tecla’nın yapımı neden bu kadar uzun sürüyor?”
Çok geçmeden, kent sakinlerinin verdiği cevabı hatırlıyorum.
“Yıkım başlamasın diye.”
Tecla’nın bu uzun süren yapımında bir hüzün, bir beklenti, bir kaygı var.
Her an yükselen yapının, bir gün çökeceği ve yerini başka bir yapıya bırakacağı hissiyle inşa ediliyor. Geçmişin izleri ve geleceğin arzusuyla şekillenen bu kent, her taşında, her adımında bir dönüşümü saklıyor.
Gün batıyor, Amélie parmağıyla gökyüzünü işaret ediyor. Kulağıma fısıldıyor.
“Hayat asla sahnelenemeyecek bir oyunun sonsuz tekrarından ibaret.”
Ardından, beliren yıldızlı gecede uykuya dalıyorum.

Elif Özge Karakaya, Marmara Üniversitesi Alman Dili Edebiyatı Bölümü’nü yarıda bırakıp Ekonometri Bölümü’ne başladı ve oradan mezun oldu. Ancak bir süre sonra kendini IT sektöründe çalışırken buldu. Tüm bu yolculuğunda kitaplar ayrılmaz eşlikçisi oldu. Yaratıcı yazarlık, mitoloji ve psikoloji dersleri alarak kendini geliştirmeye, kitaplarla yeni yolculuklara çıkmaya devam ediyor. Bu süreçte iki kolektif kitapta öyküleri yer aldı ve şimdi ‘Virgülle rafa kaldırdığı defteri’ yazmaya devam ediyor; bu kez, daha belirgin bir mürekkep kullanarak.

