Gönül Yasemin Ölmez
“Uçamıyorsan koş; koşamıyorsan yürü.
Eğer yürüyemiyorsan, sürün; ama hareket etmeye devam et.
Geleceğe ilerlemeyi sürdür.”
Martin L. King
Çok konuşuyorum. Bazen aralıksız konuşurken bir an geliyor, yanımdaki insanın beni artık dinlemediğini fark ediyorum. İşte o an kulaklarım çınlamaya başlıyor. Hemen ağzıma bir sakız atıp çiğnemeye başlıyorum. İçeride biriken tükürük ile birlikte söylenmemesi gerekenleri de ezip yutuyorum. Işıklı göstergeler yanıp sönmeye başlıyor tepemde, sonra zihnimde.
Yedinci sınıfa geçtiğimde okula bir psikiyatr getirdiler, o da bizi bir dizi uyum sınavından geçirdi. Bana arka arkaya yirmi adet farklı kart gösterdi ve üzerlerindeki resimlerde ne gibi tuhaflıklar gördüğümü sordu. Anlam yüklemeye çalıştıkça her bir karta daha da çok karıştım. Bir resmi kanatları olmayan bir kuşa, diğerini çölde yolunu kaybetmiş gibi gövdesinin yarısı at, yarısı insan başı olan bir canlıya, ötekini de ağaç altında bacak bacak üstüne atmış keyif çatan tavşana benzettim.
Pek çoğunda da bir tuhaflık bulamadım. Ağaçlar yanık, insanlar kavga ediyor, yollar bozuk, evlerin çatıları çökük. Her şey normal olduğundan yorum yapmadan geçiştirmiştim.
Elimde tuttuğum son kartı gözbebeklerime yakınlaştırıp uzaklaştırırken bomboş bir odayı anımsatan resmin tam köşesinde duran nesneyi annemin kulpu kırık, ağzı yamuk, tek fincanlık bakır cezvesine benzettiğimi söylememle, psikiyatr kaşlarını yukarı kaldırıp “lütfen, dikkatli bak” dedi. Gerçekten de resme tekrar baktığımda kulakları olmayan bir çocuk olduğunu fark ettim. Ama onun dışında bir tuhaflık yoktu resimde. Psikiyatr bana ileri derecede algı bozukluğu teşhisi koydu.
Bütün dikkatimle yeniden baktığımda, bu defa da cezvenin içinde dolaşan gözleri fark ettim. Kaşlar düz, göz bebekleri aşağı dönük, kirpikleri yok gibiydi. Çok tanıdık, çok bildik.
İlk göz ağrısı değildi annesinin. Yürümeye başladığı gün, adımlarını ona kadar sayıp, tüm olanı biteni anlatırcasına da konuşuyormuş adeta. Son derece zeki bir çocuk. Ona kulaksız bir çocuk resmi gösterseniz anında fark ederdi. Bu yaptığı olsa olsa karşısındakinin dikkatini çekmek için uydurduğu bir kurgu derdim. Her gece kâbus gördüğünden de bahsederdi ama bir tek annesine anlatırmış. Bunu ben de yapardım, korkmuyorum deyip izlediğim film gibi gecelerin kızarmış ekmek kokan sabahlarında.
On sekizinci yaş günümde anneme kanser teşhisi konuldu. Doktorlar rahminin alınması gerektiğini söylediler. Herkes başı önünde gözlerini ovuştururken – babam hastane odasından çıkıp gitmişti- ben, elimde salladığım pet şişesinin ağzını aşağıya çevirip, düşen su damlalarını sayıyordum. Kurumuş dudaklarım çarpıyordu birbirine. Bu defa gerçekten bir kâbus olmasını diliyordum, bilerek örttüğüm göz kapaklarımı oynatmıyordum hiç. Geriye doğru sayıyordum. On, dokuz, sekiz, yedi…
Annem öldü üçüncü günün sonunda. Bütün anneler ölür sonunda. Babam bu olaydan sonra kendini işine adadı. Ünlü bir böcek bilimci oldu. Her sabah sönmemiş sokak lambasının ışığında giderken seyrettim onu. Ama böcekleri sevmediğimi bildiğinden eve hiç böcek getirmedi ve bu konuda asla konuşmadı. Ben de rüyalarımdan hiç bahsetmedim ona. O sustu. Ben sustum. Ev sustu. Bir tek bulutlar susmadı.
Bütün bunlardan sonra güneşe âşık oldum. O gittiğinden beri her gece farklı bir yerde uyuyakalıyorum, kanepede, salondaki koltuklardan birinde, bir berduş gibi balkondaki hasırın üzerinde. Arada bir kuyruk sokumuma bıçak gibi saplanan ağrıyla duyduğum acı ve geri sayımı hatırlatmak ister gibi, kendini sağdan sola vuran saatin sarkacı dışında ev hiç olmadığı kadar sessiz. Arada bir kendi kendime konuşmalarım dışında. Maksat vakit geçsin akşam olsun, ağrılar unutulsun.
Düşmüştüm oysa tepe taklak. Doktor ne zaman olduğunu sorduğunda ona da hatırlamadığımı söyledim, evdekilere söylediğim gibi.
Röntgende omurlarımda kayma tespit edildi. Işığa tuttuğumda şeffaf omurganın üzerinde hafif bir karaltı gördüm, kahve lekesi gibi. Kahverengi zarfın üzerine keçeli kalemle “spondilolistezis” yazmışlardı. İşte bunun için uyuyamıyorum uçuşlarda. Bir de kıpırdanıp duruyorum.
Kaptan pilotun anons sesiyle irkiliyorum. Bacaklarımdaki titremeyi durdurmaya çalışıyorum ellerimle diz kapaklarımdan tutup. Hostesi çağırıp bir kahve rica ediyorum. Hemen yanımda oturan kız çocuğunun müzikli okuma kitabından gelen hikâyeye kulak veriyorum. “Ağlayan bulut. Bu bir gökyüzü hikâyesi.” Kitabının düğmesine basıp kapatıyor.
Kaptan pilot yere iniş için ikinci anonsunu yaparken hostesin getirdiği kahveden bir yudum alıyorum. Siz de beni dinlemeye devam ediyorsunuz. Dudaklarınız sessizce hareket ediyor. Fakat ne dediğinizi anlayabiliyorum. Kronolojisi bozuk bir anlatımın içindeyim.
“Evet, haklısınız” diyorum hepinize. Her şey mümkün, aynı zamanda geçici. Ama bellekte bazı anlar öylece değişmeden duruyor.
Kapalı tuttuğum uçağın perdesini çekince camın yansımasından görüyorum onu. O da beni görüyor sise karışmış bulut arasından farkındayım. Ağzını yamultmuş, göz bebeklerini döndürüyor. İki elinin başparmağını kulak memesine bastırıp, avuç içlerini açıp kapatıyor aldırma der gibi. Bunu yapmayı ona ben öğretmiştim diye hatırlıyorum. Gülümsüyoruz birbirimize.
“Bir dahaki uçuşta görüşmek üzere,” diyor kaptan pilot, kabin bagajımı elime almak için ayağa kalkarken. “Dönüşüm üç gün sonra, belki yine karşılaşırız,” diyorum yanımda oturan küçük kıza göz kırpıp. Cep telefonuma bakıyorum. Canlı adres paylaşımında bir saat süreli yazıyor. Adımlarımı hızlandırıyorum.

Gönül Yasemin Ölmez, Bodrum’da doğdu. Lise mezunu. Yirmi üç yıllık çalışma hayatında özel sektörde satış danışmanlığı ve mağaza müdürlüğü yaptı. Derin okuma ile başlayan kendini geliştirme eğitim yolculuğunu, mitoloji ve yaratıcı yazarlıkla halen devam ettiriyor. Bu süreçte iki kollektif kitapta öyküleri de yer alan Gönül Yasemin Ölmez, yazı yolculuğunu sürdüyor.

