Ebru Eren
Bu akşam uzun zamandır kafasına koyduğu şeyi yapmak için asistanına son toplantısını geçen haftadan iptal ettirmişti. Bilgisayarını kapatırken bir yandan boş getirdiği sırt çantasına okuduğu kitabı, şarjını ve bir süredir karalamalar yaptığı küçük not defterini koydu.
Çıkarken kabinlerin arkasında kulaklıkla çalışan personele ve kapısının önündeki masada oturan sekreterine tek elini havaya kaldırarak “iyi akşamlar” dedi.
“Pazartesi görüşürüz. Herkese iyi tatiller.”
Şoföründen onu konumun gösterdiği dik yokuşun başında indirmesini isterken hava kararmış, ısrarlı bir sert yağmur da bastırmıştı.
Gideceği mağazayı çok uzun zamandır araştırıyordu. İnternetten bulduğu sayfada gördükleriyle sanki içinde bir boşluk dolmuş, her fotoğrafa uzun uzun bakmış, dükkan ve sahibi hakkında da aramalar yapmıştı.
İki katlı pasajın içine girer girmez hemen sağdaki dükkanın aradığı yer olduğunu fark etti. Uzun zamandır bu kadar heyecan hissetmediği kalbi bir anda hızlanmaya başladı. Merak ve gizem kapı açıldığında üzerine asılı çanlardan çıkan şıngırtıyla beraber kulaklarından içeri yayılan bir ses dalgası yarattı. Bir an karısının akşam yapacağı sürprize vereceği tepkiyi merak etti.
Yüksek tavanların arasında boş bir alan dikkatini çekti. Alanın etrafında tüm duvarları kaplayan büyük raflar, rafların altında çelik askılıklar onlarca kostümü taşıyordu. Tavandan aşağı sarkan avizelerden ve yerdeki büyük şamdanlardan yansıyan ışık dükkanın tarihi dokusunu derinden hissetmesine sebep oldu.
Biraz ilerdeki kapının açılmasıyla yaşlı adam ona doğru bakıyordu. Bu telefonda konuştuğu kişi dükkanın sahibi olmalıydı.
“Hoş geldiniz. Çok ıslanmadınız umarım.”
Orta boylu beyaz saçlı, kamburuyla ağır ağır yürüyen adam yaklaşarak elini uzattı.
“Aram Ben.”
Konuşurken gözlerini hiç kaçırmayan ve sık sık ellerini kullanan satıcı adam da güven duygusu yarattı. Bu mekanın sahibi olduğu ruhuna, bedenine işlemiş gibiydi.
“Size istediğinizi göstermeden biraz diğerlerine bakmak ister misiniz?”
Arkada Bach’ın Brandburg konçertosu eşliğinde rafları gezmeye başladılar. Rönesans dönemine ait altın işlemeli kol detaylı balo elbiseleri, maskeler, Victorian Frock Coat’lar, Antik Yunan tunikler…
İstediğini, neden istediğiyle ilgili sohbet etse bunun uzun süreceğini hatta kendini tatmin edeceğini de biliyordu. Satıcının tarzının bu olduğunu da. Ama buna değil sessizliğe ihtiyacı olduğumu hissettirmişti ki adam ne kostümün hikayesini anlattı ne de neden sahip olmak istediğimi sordu. Doğru yerden doğru zamanda alışveriş yapmıştı işte. Hisleri yanlış çıkmamıştı.
Karısı kapıyı açtığında sırtında çanta, ellerinde iki tane siyah gamboçla karşılaştı.
“Trafik berbattı. Ben de yeni girdim. Özel bir gece dediğin için erken çıksam da yemeği yetiştiremeyeceğime karar verdim. Nazife Hanımı da izine göndermemi istedin.”
“Hiç sorun değil. Çin yemeği söyleriz.”
Sıcak kısa bir öpücük kondurup ellerindekini bırakmak için yatak odasın doğru yürüdü.
Duşa girdiğinde suyun sesi ve buharıyla gri beyaz damarlı fayanslara odaklanıp sıcaklığı daha da arttırdı. Bir su damlacığı yavaşça ayaklarından süzüldü. Gidere ulaşıp yok olana kadar izledi.
Salondaki büyük mermer masaya oturmasını istedi karısından.
“Gözlerini kapatıp ben diyene kadar açmamanı istiyorum ama önce şu siparişi verelim. Sonrasında telefonlarımızı kapatacağız. Siparişe zili çalmamaları notunu da ekledim.”
Kadın son zamanlarda kocasının okumaya ve derinleşmeye daha bir meylettiğinin farkındaydı ama bunun orta yaş sendromu olduğunu düşünüyordu. Okuduğu biyografi ve kişisel kitaplara artık mitoloji ve felsefe işleyenler de eklenmişti. Aslında bu hoşuna gitmiyor da değildi. Resim sanatıyla ilgileniyor olması nedeniyle kendinin de içinde bulunduğu bu derin dünyada daha çok ortak şey konuşabiliyor olmak onu da mutlu ediyordu.
Önce dokunmanı istiyorum, dedi. Dokunup hissettiklerini söylemeni. Tahminde de bulunabilirsin.
Kadın masanın üzerindeki kumaş parçasına ince damarlı elleriyle dokunmaya başladı. Parmak uçlarını alçalıp hafifleyen kabarıklar üzerinde yavaşça gezdirdi. Bedenini serin bir merak ve dinginlik sarmaya başladı. Kapadığı gözlerinin ardında, içerideki gözlerinden puslu bir camın arkasından kocaman bir opera sahnesi görüyor gibiydi.
“Bu çok özel bir kumaş. Mavi hissediyorum. Mavi ve özgürlük gibi sanki.”
Adam fısıldadı.
“Şimdi açabilirsin gözlerini.”
Kadın gözlerini açtığında karşısında günün ilk ışıklarını denize yansıtırmış gibi görünen, uçuk mavi, pembe ve sarıyla alacalı, pürüzsüz şifon pelerini gördü. Yanları boydan boya altın yaldızlı nakışlarla işlenmişti. Üzerindeki renk geçişleri uçsuz bucaksız bir denizin üzerindeki dalgaları çağrıştırıyordu.
Adam ayağa kalkabilirsin diyerek usulca karısının elini tuttu. Karısının arkasına geçerek narin pelerinin sağına ve soluna dikilmiş altın tokalarını boynunda birleştirdi ve konuşmaya başladı.
“Bu bir Harmonia pelerini. Antik Yunan’da sessizliğin, dengede kalmanın, huzurun sembolü. Bir yandan karısının pelerinin içinde ne kadar güzel göründüğünü düşünürken bir yandan da ne tepki vereceğini merak ediyordu.
Şaşkınca gülümseyen kadın, “Biliyorum, dünyayı dengede tutmak için sürekli çalışır, sessizliğin gücüyle tüm kaosu önlemeye çalışır. Evet ama bu pelerinle ne yapacağım, devamını merak ediyorum” dedi.
“Acele etmek yok. Hemen geliyorum.”
Kadın yavaşça yatak odasına ilerleyen kocasının arkasından, kendini ona teslim etmiş olmanın rahatlığıyla bakakaldı. Beyninde bir yerlerde bu akşamın alışılmışın dışında geçeceğini biliyor gibiydi.
Geldiğinde yerlere kadar uzanan ve üzerine kusursuzca oturan, dış kısmı denizin huzurunu çağrıştıran gece mavisiyle süslenmiş peleriniyle karısını bir kez daha şaşırttı.
Kocaman bir kahkaha atan kadın “çok yakışmış ama biraz Süper Man’e de benzemiş olabilirsin” dedi.
“Peki bu gece Harmonia olacaksak, Pan’ları ne yapacağız?” Hâlâ gülüyordu.
Adam kuralları söylüyorum dedi.
“Önce telefonlarımızı kapatıyoruz ve yarın uyanana kadar kimse açmıyor.”
“Ya önemli bir şey olursa.”
Adam şişşşşttt diyerek işaret parmağını karısının dudaklarına götürdü.
“Bundan önemli bir şey olmayacak. Devam ediyorum. Şimdi cd çalarımıza Shantala’yı koyacağım ve bütün gece başka bir şey çalmayacak.”
Kadın uzun zamandır monotonlaşmış ilişkilerinde ona heyecan veren bir oyun gibi gelen bu durumdan hoşnuttu. Genelde her Cuma ya arkadaşlarında toplanır ya da gece geç vakitlere kadar Netflix’te birbirine benzeyen dizilerden birini izliyor olurlardı. Farkında değildi ki bu sadece bir oyun olmayacaktı.
Adam devam etti.
“Sabaha kadar sessizlikte konuşacağız.”
“Anlamadım yani sadece müzik açacağız. Televizyon yok, telefon yok. Bunları mı kastediyorsun? Çok da zor değilmiş.”
Adam kendine en güvendiği zamanlarda yaptığı gibi dudağına hafif çarpık bir gülümseme yerleştirip açıklamaya başladı.
“Günlük hiçbir şeyden konuşmayacağız. Kimseden bahsetmeyeceğiz. İşle ilgili tek kelime yok. Bedensel isteklerimiz, gelecek fikirlerimiz, kredi kartlarımız, tatil planlarımız hiçbir şey yok.”
“Haa yani tüm Pan’ları dışarı atmak. Şimdi oldu.”
“Bitmedi devam ediyorum. Kurallar dışında konuşun olursa karşı taraf cevap vermeyecek.”
“Ya yapamaz ya da sıkılırsak ne olacak? Ne bileyim ya acil bir şey olursa , konuşmamız gerekirse.”
“Kurallara uymayan kazanamaz.”
“Neyi?”
“Sessizliği.”
“Bilemiyorum. Nasıl yapabileceğim tam olarak. Ne konuşulur ne konuşulmaz nasıl ayıracağım?”
“Mesele neyi konuştuğun neyi ne için konuştuğun. Mesela şu koltuktan bahsedebilirsin. Ama koltuğun kaplamasının eskidiğinden, yerini değiştirmeyi düşünmeden bahsetmeyeceksin.
“Neyinden bahsedeceğim peki?”
“Mesela ayaklarının gürgen oluşundan. Gürgen ağacından. Onu ayağa çeviren ustanın işçiliğiyle ilgili tahminlerinden.”
“Bu gece derin bir kuyuya uzun bir halatla kova sarkıtıyoruz desene. Bu hoşuma gitti.”
Neredeyse evliliğin ilk yıllarında arkadaşlarıyla oynadıkları tabu heyecanı sarmaya başladı ikisini de.
Dış kapının önüne bırakılan yemek kutusunu alıp salondaki masayı hazırladılar. Kadın ortaya antrasit büyük seramik mumluğu yerleştirdi. Mumların alevi ve müzikle bir evlilik yıldönümü sofrasından farksız görünüyordu her şey.
Sonrasında kanepeye geçtiler L koltuğa yan yana uzandıklarında özel bir kutlama için sakladıkları Corvus Vasilaki’lerini yudumluyorlardı. Bir yandan Heather Wahlberg‘in buğulu sesiyle uzak doğuda devasa ormanları seyreden müziğin mistik nağmeleriyle hamakta çok yavaş sallanan iki sevgiliydiler. Her melodi ince bir iplik gibi hem bedenlerini hem ruhlarını ayak uçlarından sarmaya başlamıştı.
İkisi de uzun dakikalar konuşmadı.
Derin bir nefes alıp, karanlık, dedi kadın. Sehpaya uzanıp kadehinden bir yudum daha almaya hazırlanırken kumral saçları, siyah saten geceliğinin askılarına döküldü. Mum ışıkları yüzünün yarısını aydınlattı. Tıpkı kendi gibi o da yarı karanlıktaydı.
Adam onu gözünü kırpmadan izlerken konuştu.
“Karanlık. Siyah ve beyaz. Varlık ve yokluk. Bulmak ve kaybetmek. Susmak ve konuşmak. Biri olmadan diğeri olabilir mi? Zıtlık mı gerçek, uyum mu?”
Kadın biraz düşünerek cevap verdi. Ateşini ölçmeye çalışır gibi sol elini adamın tişörtünün içinden göğsüne bastırdı.
“İçimizdeki karanlıktan mı bahsediyorsun, dışımızdakinden mi? Çünkü bazen ikisini karıştırıyoruz. Mesela ben içinde bir boşluk seziyorum bir süredir?”
Evin bu kadar sessiz olduğunu uzun zamandır hissetmemişlerdi. Pencereden günlerdir uyarısı yapılan fırtınanın sesi bu sessizliğe fonda bir koro gibi eşlik ediyordu.
“İçimdeki karanlık, şu an senin yüzündeki gölgeye benziyor. Onu görmeye çalıştığım an bazen kayboluyor gibi. Bir ateş ya da bir ışık olunca ortaya çıkıyor. O yüzden benzettim.”
Kadın kadehlerini tazelerken gövdeli şarabın kokusu çok inceden tütüyor. Kadehe dolduruluşunu duyuyorlar. Dikkat çekici bir şey yokken her nesnenin ses var gibi.

Ebru Eren İstanbul’da doğdu. Üniversite eğitimini Trakya Üniversitesi Turizm Otelcilik Bölümü’nde tamamladı. Yedi yıl telekomünikasyon sektöründe çalıştı. Uzun yıllardır Türkiye’de önde gelen yaratıcı yazarlık akademilerinde değerli yazar eğitimcilerden eğitim aldı. Daha önce kolektif kitaplar ve dergilerde yayımlanmış öykülerine yenilerini de ekleyerek çok yakında kitabını çıkarmaya hazırlanıyor. Edebiyat dışında resim de bir diğer tutkusu ve bu alanda da kendini geliştirmeye devam ediyor