Funda Torunlar
Dünyada ilerleme olarak gördüğümüz teknolojinin gelişimi ve hızla artan insan nüfusu, beraberinde pek çok yeni sorun da getirmekte, yaşamı giderek daha karmaşık ve zor hale dönüştürmektedir. Tarihsel perspektife baktığımızda, henüz çeyrek asrı doldurmamış sayısız yeni kavram dilimize ve zihnimize girmiş bulunuyor. Bunlardan biri de ‘gürültü kirliliği’ kavramıdır. Gürültü kelimesi bile zihnimizde rahatsızlık, huzursuzluk çağrıştırırken, ‘kirlilik’ sözcüğü yaşamımızda sevmediğimiz, olumsuz bir durumu ifade eder. Bu iki kelimenin birleşimi ise modern dünyanın en yaygın ve sinsi problemlerinden birini dile getirir.
Karmaşanın İçinde Kayıp Sesler:
Gürültü Nedir, Nereden Gelir?
Modern toplumlarda roller değişirken, gürültünün anlamı da derinleşiyor. Artık gürültü, sadece dış dünyadan gelen bir ses fazlası değil; ruhun, zihnin, hatta toplumun karmaşasının yükselen bir yankısı. Sessizlik ise, basit bir sesin yokluğu değil; insanın kendisiyle buluştuğu, derin bir farkındalık ve içsel huzurun kapısını aralayan kutsal bir durak.
Bu yazıda, gürültü ve sessizliğin çok katmanlı dünyasında bir yolculuğa çıkacağız.
Gürültü kelimesinin kökeni bize ipuçları verir. Türk Dil Kurumu’na göre “gürültü” seslerin karışması, birbirine karışıp rahatsız edici bir hal almasıdır. Bu, sadece dışarıdan gelen seslerin karmaşası değil; aynı zamanda zihnimizdeki düşüncelerin, kaygıların ve telaşların oluşturduğu içsel karmaşadır. Günümüzün kalabalık şehirlerinde, sürekli artan sesler yalnızca fiziksel sağlığımızı değil, ruh sağlığımızı da tehdit ediyor.
Bilgelik ve Sükûnetin Tarihsel
İzleri: Sessizliğin Kadim Anlamı
İnsanlık tarihi boyunca sessizlik, bilgelik ve derin anlayışla iç içe geçmiştir. Antik Hint felsefesinde, öfkeyle yükselen seslerin ardında, aslında kalplerin birbirinden uzaklaşması yatar. Ne kadar uzaksa, ses o kadar yükselir; kalpler yaklaştığında ise fısıltı bile yeterlidir. Bu, gürültünün bir tür “kalplerin uzaklığı” ifadesi olduğunu gösterir. Sessizlik ise, kopuş değil, en yüce yakınlık biçimidir.
Aynı zamanda Osmanlı döneminde akıl hastalarının müzikle tedavi edilmesi, sessizlik ve sesin ruhsal dengede ne denli önemli olduğunu gösterir. Müzik, bilinçli bir ses düzeni ve dinginlik aracılığıyla zihinsel huzura kapı açarken, kontrolsüz gürültü ruhun dengesini bozar. Böylece tarih boyunca ses ve sessizlik, sadece fiziksel değil ruhsal bir alan olarak da değerlendirilmiştir.
Gürültünün Gölgesinde: Modern
Zihnin Kayboluşu ve Dinginlik Arayışı
Bugünün insanı, kendini duyurma telaşıyla dış dünyanın karmaşasında kaybolmuş durumda. Sosyal medyanın kesintisiz akışı, kalabalık şehirlerin gürültüsü, hızlı tüketilen bilgiler… Tüm bunlar, zihnimizin derinliklerinde bir “ses kirliliği” yaratıyor. Gürültü, sadece fiziksel bir rahatsızlık değil; düşüncenin önünü kesen, anlamı bulanıklaştıran ve ruhun derinliklerine inmeyi engelleyen bir perdeye dönüşüyor. Gürültü varsa, gerçek düşünceye yer yoktur; ya da düşünce, kendi öz sesini duyamaz.
Burada Ludwig Wittgenstein’ın felsefesinden ilham almak faydalı olur. Wittgenstein, dilin sınırlarının dünyamızın sınırları olduğunu söyler. Yani, insanın kendisini ifade ediş biçimi dünyayı algılayış biçimidir. Sessizlik ise onun için “anlatılamayan şeylerin alanı”dır. Gürültü, anlamı örten bir perdeyken, sessizlik sınırların ötesinde kalan, kelimelere sığmayan derinliği barındırır. Bu yüzden sessizlik, yalnızca bir boşluk değil; yeni anlamların, kendini bulmanın ve varoluşun kapısıdır.
Mevlânâ’dan Öğütler:
Sessizlikteki Derin Anlam
Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, duyguları bastırdığı için şiirde kafiye kullanmayı sevmezmiş. Ona göre kafiye, “üzüm bağının çitten duvarı” gibidir. Mevlânâ şöyle der:
“Ben kafiye düşünürüm, sevgili bana der ki yüzümden başka bir şey düşünme. Kafiye nedir ki? Üzüm bağının çitten duvarı! Harfi, sesi, kelamı bırak. Bu üçü olmaksızın konuşayım seninle.”
Bu dizelerde, sözlerin, seslerin hatta kelimelerin ötesinde bir iletişim arayışı vardır. Gürültünün baskın olduğu bir dünyada, Mevlânâ’nın anlattığı gibi, kelimelerden ve seslerden arınarak, yalnızca ‘yüzle’ yani varoluşla konuşmak, sessizliğin gerçek anlamını kavramaktır.
Toplumsal Düzeyde Gürültü ve Sessizlik:
Bireysellik, Biriciklik ve Sürü Psikolojisi
Gelişmiş toplumlar, bireyselliğe ve biricikliğe büyük değer verirken; daha az gelişmiş toplumlar genellikle sürü halinde ve bağımlı yaşam biçimlerine sahiptir. İlginçtir ki, bireyselliğin önemsendiği gelişmiş toplumlar, genellikle daha az gürültülü ve daha sakin yaşam alanları yaratmaya çalışır. Buna karşın, daha kalabalık, kolektif ve geleneksel toplumlarda sesler daha yüksek, yaşam daha kaotiktir.
Bu durum, gürültü ve sessizliğin sadece bireysel değil, toplumsal bir olgu olduğunu gösterir.
Gürültü, bazen toplumsal bağlılık ve kalabalık yaşamın doğal bir sonucu olsa da, içindeki birey için karmaşık bir kargaşaya dönüşebilir. Sessizlik ise, bireyin kendini bulması, kendi iç dünyasını keşfetmesi için gerekli bir alan sağlar.
Dışa Dönük Ses ve İçe Dönük Sessizlik:
İnsanın Kendini Anlama Yolculuğu
İnsan, dış dünyaya kendini anlatmak, anlamak ve anlaşılmak istediğinde sese ihtiyaç duyar. Gürültü, bazen içten gelen bir kaygının, korkunun veya yabancılaşmanın dışavurumudur. Öfke ve korku, yükselen seslerin ardındaki itici güçlerdir. Dışa dönük bu sesin amacı, duyulmak ve var olmak ister.
Öte yandan, insan kendini anlamak, iç sesini dinlemek istediğinde sessizliğe ihtiyaç duyar. Sessizlik, kişinin kendi özüne yöneldiği, zihnin sakinleştiği ve kalbin derinliklerine indiği kutsal bir boşluktur. Gürültü ve sessizlik bu anlamda birbirini tamamlayan iki uçtur; dışa ve içe dönük iletişimin simgeleri olarak yaşamın içinde var olur.
Sonuç: Gürültünün İçinden
Sessizliğe Bir Çağrı
Gürültü, modern dünyanın en karmaşık problemlerinden biri. Ancak sessizliğe dönmek, yalnızca gürültüyü bastırmak değil; anlamı yeniden keşfetmek, kendimizi duymak ve ruhumuzu dinlemek demektir. Mevlânâ’nın dediği gibi, kelimelerin, seslerin ötesinde bir iletişim vardır. Wittgenstein’ın işaret ettiği gibi, sessizlik “anlatılamayanın” alanıdır.
Bu yazı, modern çağın gürültüsünde kaybolanlara, dinginlik ve sessizlik arayanlara bir çağrıdır. Gürültü kirliliğinin içinde kendi iç sesimizi bulmak, belki de insan olmanın en temel yolculuğudur.

Funda Torunlar Trabzon’da doğdu. Yükseliş Koleji’ni ve Hacettepe Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği bölümünü bitirdi. Çeşitli özel okullarda İngilizce öğretmeni olarak çalıştı. Çocukluğunda başlayan ‘kavramlara’ olan ilgisi, çocuk oyunları, hikayeler, denemeler, roman denemeleri, tiyatro metni yazarlığı çalışmalarına zemin hazırladı. 2018 yılında, Joyland İngilizce ders kitabı serisinin ortak yazarı oldu. Ayrıca D.H Lawrence’nin “Lady Chatterley’in Aşığı” adlı eserini Türkçeye çevirdi. Emeklerine müteşekkir olduğu iki güzel insanın evladı, Zeynep ve Cemre’nin de annesi olan Torunlar, halen İngilizce öğretmenliği yapıyor ve yazmayı sürdürüyor.