Zeynep Tezel
Gerçek sandığımız bu dünyada, acımasız bir uğultunun içinde yaşıyoruz. Belki de bu yüzden, bir çoğumuz, sessizliği değil de gürültünün içindeki sessizliği daha çok duyuyor, kimi zaman özlüyor. Kapılar kapanıp, uğultu yükseldiğinde, Sartre’ın dediği gibi, “Cehennem başkaları,” oluyor ve suskunlukla yankı arasında sıkışan benlikler de kendi cehennemini yaşıyor.
“Sen yazına devam et. Ben kapıyı çekip çıkarım,” dedi Kevser.
O sırada, sessizliğin gürültüsü mü daha güçlü ve etkilidir, yoksa gürültünün sessizliği mi, diye düşünüyordum.
Kapı kapandığında yükselen uğultu, Sartre’ın “Cehennem başkalarıdır,” sözünü doğrularcasına, odanın içinde, cümlelerimin arasına sıkışmış nefeslerin, bakışların, suskunlukların ve kelimelerin birbirine çarpıp yankılandığı görünmez bir işkenceye dönüştü. Duvarlar, eşyalar, hatta boşluklar bile sanki dış dünyaya karşı öfkeyle yükselen bir çığlık fırlatıyordu.
Hava soğuk, oda ısınmamıştı. Pencereleri de kapayınca şehrin gürültüsü kesildi. Bu sefer de sessizliğin gürültüsü beni esir almaya başladı. Genleşen uğultuyla baş edemiyordum. Elimdeki kurşun kalemle kalakaldım. Öykümün ilk taslağı henüz bitmişti. Üzerinden tekrar geçmeliydim. Biliyordum. Ancak, boş boş oyalanmak beni rahatlatıyordu. Tülün arkasından dışarı baktım. Hava kurşun gibi ağırdı. İş çıkışı omuz omuza yürüyen insanların telâşı canımı sıktı. Perdeleri kapatıp derin derin nefes alıp vererek kitaplarla dolu, loş odada bir iki turladım. Hızlanan adımlarım düşüncelerimi adeta yuttu. Duygularımın hepsi kalemden akıp gitmiş bana da yaşanacak duygu kalmamışçasına başı kesilmiş tavuk gibi dolanıp durdum odada. Donuk, programlanmış, kaskatı bir bedenle.
Bir kafese sıkışmış gibiydim. Ancak bu sefer de odadaki eşyaları bulanık görüyordum. Sanki küçülmüşlerdi. Adeta tüm eşyalara ulaşılamaz boyuttaydım. Üstelik bulanık sisin içinde renkleri de solmuştu. Gürültü de artmıştı. Bu çok sık olmuyordu. Duyularım duygularımı çağırmış olacak ki birden ter bastı. Oturdum. Hemen bir tren hayal ettim. Öykümdeki trendi. Hızlıca içine yerleştim. Sis ve gürültü hep aynı duyguyu doğuruyordu. Kopukluk, karmaşa, belirsizlik, kaybolmuşluk ve unutulmuşluk. Sessizliğin gürültüsünün daha boğucu olduğunu söyleyebilirim. Hareket ettik. Hızlıca akıp gidiyordu sokaklar, binalar. Duyduğum ses trenin raylara vurduğundan çok farklıydı. Metalik değildi. İnsanı yutacak gibi tekinsizce çoğalıp azalan bir uğultu. Gürültünün sessizliği. Bir anda oluşan boşluğun genleşirken uğuldaması ve sönmesi gibi veya kendi nefesimizin odada yankılanışı gibi ya da odadaki eşyalar nefes almayı unutmuş da birden hatırlayıp minik titreşimler bırakmış gibi… Hepsi kafa karıştırıcıydı.
Gözlerimi kapadım. Hayali trenimin içinde ya da bedenim demeliyim, uğultu çoğalıyordu. “Belki de o virane, kara şehre varmadan ilk durakta inmeliyim,” diye fısıldadım. Sonra hızlıca vaz geçtim bu fikrimden. Kaçmamalıydım. Yeniden öyküme döndüm, unutmamak unutturmamak için ikinci taslağı yazdım.
***
ÇÜRÜK SAÇ TELİ
Kafes hemen yanı başındaydı. Pis, telleri çürümüş. Ten ile ciğerin arasına pas gibi çöken, soludukça insanın içini kirleten o rezil kurumlu havanın hüküm sürdüğü sokakta yaşıyordu. Evinin duvarlarından azat. Dışarıda, bahçe duvarının dibinde, mukavvaların üzerinde. Büyük bir gürültünün sessizliği içinde. Yaşamakla yaşamamak arası bir yerde.
Kadına, kimi Elmas, kimi Billur diye sesleniyordu. Kömür tozunun, yalnız gökyüzünü değil, insanın ruhunu da kararttığı kasabanın ucunda, bir sokağın köşesinde, mukavvaların üzerinde yatıp kalkıyordu. Defalarca uyarılmıştı. Ancak bu durumun önüne geçilememişti.
Rüzgâr bile o sokağa uğramaya tiksinir gibiydi ki çoğu zaman yönünü değiştirir, oraya temas etmeden uzaklaşırdı. Madenciler arka sokaktan yürürlerdi. Zira, koku dayanılır gibi değildi. Sidik ve yıkanmamışlığın biriktirdiği kir katman katman olunca, kasabadan birileri hemen haline acırlar, belediye devreye girer, senede bir hamama götürülür, hemşire getirilir, bakımı yaptırılırdı. Genelde Kurban Bayramı’nın hemen öncesinde. Böylece, Kadın da Kurban Bayramı zamanı olduğunu anlardı.
Ömer, rüzgârın ve diğer madencilerin aksine, her sabah ve akşam tiksinerek de olsa, Kadın’ın önünden geçiyordu. Komşuydu, arada birkaç kelam da ediyordu. Ayrıca, madene giden yolu uzatmak işine gelmiyordu.
Ev adeta pisliğe teslim olmuştu. Bahçenin duvarları hiç yıkanmaz, üzerlerinden is kokusu eksik olmazdı. Kurum havada dolanır dururdu. Bitkilerin çürüdüğü zemin ise çamura bulanmıştı. O çamur, kömür artıklarının kustuğu karanlığı saklamaya çalışır gibiydi. Ömer, çocukluğundan beri, bu yerin sadece kirli olmadığını, bahçenin içten içe eridiğini, insanı yutmaya çalışan bir çukur olduğunu düşünürdü. O çukurun içindeki her şeyin kimseye görünmeden yavaşça gömüldüğüne inanmıştı. Emeğin, çürüyen hatırasını sunan kömür karası bir çukur.
Kendisini de o çukurda hissediyordu. Çünkü babası ne derse o oluyor, dünyanın düzeni de öyle kuruluyordu. Madene indiği ilk gün, yerin altındaki o karanlık, ona yabancı bir karanlık değildi. Daha önceden tanıdığı, belki de çocukken bir soba borusunun içinden bakarken gördüğü karanlıktı. İçinden duman geçen, sesi emen, zamanı ağırlaştıran bir karanlık. Üniversiteyi kazanamayınca da çok üzülmemişti. Eline batmış bir kıymık gibi acıtıp çıkıp gitmişti. Böylece madende çalışmaya başlamıştı.
Ay sonunda getirdiği üç kuruşun babasının yüzüne yerleştirdiği o gölgeli memnuniyeti görünce güya mutlu oluyordu Ömer. İçki içmiyordu, kumar bilmiyordu. Onu tanıyan esnaf, “Çok iyi evlattır,” diyordu. Bütün bunların içinde, kendisi de ne zaman fark etti bilmiyordu ama, hep aynı yerde durmuş gibiydi. Ya da sanki bir gün aniden büyümüş ve bir daha hiç kıpırdamamıştı. Ömer, babası gibi çalışıyor, onun gibi susuyor, onun gibi ölüyordu ama hâlâ yaşıyordu. Karanlığa her gün inmek, onun içinde başka bir karanlık yaratmıştı. Tiksinse de kadının varlığı onu delirtmiyordu, cezbediyordu. O iğrençlikte bir tür gerçeklik vardı.
Kadın ise kirden kararmış teni, üst üste giydiği ve artık kumaştan çok kabuk gibi olmuş giysileriyle yaşayan bir çöp yığınına benziyordu. Yanında, paslı bir kafeste tüyleri dökülmüş, gözleri neredeyse çürümüş gibi duran bir kanarya vardı. Bazen paslı kafese uzun uzun bakıp, “Vicdan kapısı kapalı,” diyordu. İçindeki kanarya ise kanatlarını açamıyordu artık. Ama garip bir şekilde hâlâ yaşıyordu. Belki de yaşamıyordu. Belki de sırf Kadın’ın gözüne öyle görünüyordu. Belki de Kadın’ın geçmişinden bir kalıntıydı. Konuşmayan ama çığlık atan bir şeyin sureti. Bazen kendi dışkısını yiyor, bazen ağzında Kadın’ın saç telleriyle oynuyordu. Kimi sabahlar gagasında kan bile oluyordu. Kadın, kafesteki kanaryaya bakıp “Oğlum sanki,” diyordu. Artık adı bile fısıltıyla anılan o büyük grizu patlamasının hemen ardından, oğlunun ölüm haberini aldığı gün, evin içine giren kanarya bir daha çıkmamıştı. Tıpkı bazı soruların bir daha sorulamaması gibi.
Eski alışkanlıklar, yeraltının karanlığında direniyordu. Ancak belki de kanarya o bedbaht gün görevinden kaçmıştı.
Ömer ise, kafesteki kanaryaya mıknatıs gibi çekiliyordu. Biraz da Kadın’ın anlattığı hikâyeler kafasını karıştırıyordu. Her seferinde farklı hikâyeler… Kuş ya ölümsüz oluyor ya kadının göğsünden süt içiyor ya da kan emiyordu.
Ömer’i ilgilendiren durum bambaşkaydı. Kuşu ne zaman görse gagasında hep bir saç teli olmasıydı. O zaman da hep aynı sahne gözünün önüne geliyordu. Çocuktu. Annesinin banyoda düştüğü, aynanın kırılarak kolunu kestiği, annesinin çıplak bedenini örttüğü, hemen sonrasında yerdeki kan gölünün içinde yüzen saç telini hatırlayıp tiksindiği gün. Kaçıp karanlığa sığınmak istemişti.
Her gün, kanaryanın gagasındaki saç telini gördükçe yeniden tiksiniyordu. Belki de bir ritüel gibiydi bu durum ve bu yüzden madene inmeyi seviyordu. Annesinin düşmüş bedeninden kalan bir sızı.
Ömer, madenin karanlığından çıkıp Kadın’ın yanına doğru ilerlerken, benliğini oluşturan katmanları bir bir geride bırakıyordu. Önce işçi rolünü, ardından erkek kimliğini, en sonunda da insan olmanın getirdiği tüm yükleri. Çünkü, orada bir açıklık vardı. Kadın’ın varlığı, kararmış gövdesi, dökülen dişleri, pis kokusu, döküntü evi, kömür karası çamurlu bahçesi Ömer’in içindeki bastırılmış arzuları tetikliyor, onun karşısında, annesinin çıplaklığını hatırlıyordu.
Kadın, bir akşam, bir hikâyesinde, “Her sabah madenin içinden çıkarken, benim içimden yeniden doğuyorsun,” dedi. Elinde ise büyükçe bir ayna vardı. Sonra kanaryaya dönüp, oğlunun ismiyle seslendi. Kuş gagasındaki saç telini atıp ötmeye başladı. Ömer delirmiş gibiydi. Etrafta aranmaya başladı. Bahçenin sökülmüş kapısından düşen demir çubuğu kapıp kafese patlatınca tüyler havada uçuştu. Kuşun gözleri parlıyordu. Ya da öyle sandı. Kadın kafese sarıldı. Ardından, “Sen de onun kardeşisin,” deyip kendinden beklenmeyen bir çeviklikle Ömer’in saçından bir tel kopardı. Ömer, hayvansı bir çığlık attı. Bir anlık bir kendilikti bu bağırış. Belki de ilk defa kendisi oldu. Kadın, “Aynaya bakma. Orada ben varım,” derken demirin kırdığı o vahim ses duyuldu. Ardından bir kısık ötüş. Yutkunmuş bir çığlık gibi.
Ömer, mahkeme boyunca sustu. Bilirkişilerden de alınan destek sonucu savunma raporunda şöyle yazıldı:
“Fail, toplum içindeki kimliğinin çözülmesiyle oluşan bir boşlukta bu eylemi gerçekleştirmiştir. Bu durumda, kimliğini gizleyen sosyal roller ortadan kalkmış, kişi olduğu haliyle ortaya çıkmıştır. Davranışı akılcı ya da mantıklı bir amaçla değil; daha çok sembolik ve ritüel anlamlar taşıyan, derin psikolojik ya da kültürel dürtülerle şekillenmiştir.”
***
Hepimiz zaman zaman, farkında olmasak bile, mantıkla açıklanamayacak kadar derin psikolojik ya da kültürel etkilerle yönlendirilen davranışlarda bulunmuyor muyuz? Sessizliğin gürültüsünde belki de birçok kişi aynı kanarya gibi kendini unutturmamaya çalışıyor.
Oysa Heidegger, “Varlık unutulmuştur,” der. Belki de bu unutuluş, sesin hiç susmadığı bir çağda, en çok duyulandır. Tükenmeyen bu koca uğultu, bu akışkan gürültü, yatay dünyamıza yayılıp bizi ele geçiriyor.
Varlığın unutuluşunun en temel nedeni, en derin belirtisi, aşırı ve kaotik seslilik değil de nedir? Gürültünün kucaklayıcı sessizliğine kavuştuğumuzda, gerçek anlamın derinliğine dalmıyor muyuz? Sorguluyorum.
Uğultunun şiddetiyle, doğadan ve doğallıktan uzaklaştıkça, sadece dış duyularımız değil, içsel duyularımız da çok yorgun artık. Denge duyumuz çöküyor, vücut farkındalığımız hissizleşip zaman algımız bulanıklaşıyor. Hâttâ söyleyemediklerimiz bazen daha yüksek bağırıyor. Tam bir suskunluk. Lâl.
Yine gözlerimi kapadım. Kompartmanda tek başımayım. Binalar, sokaklar, ekranlar, dijital dünya, yapay ışıklar yerlerini kırlara, ormanlara doğaya bırakmış akışıp gidiyor.Trende olduğumu hayal etmek sakinleştirse de uğultu bitmiyor, benimle taşınıyor. Yine de içimde tuhaf bir yankı. Hiç dinmeyen bir iç konuşma, yargılama, bir yorum.
Gürültünün sessizliği yine sessizliğin gürültüsüne evriliyor. Odanın içinde, hayali trenimin kompartmanında, kendi içimi deşiyor, kaçacak delik arıyorum. Bulamıyorum. Uğultu yükseliyor.
Evet, doğrudur. Sartre’ın söylediği gibi, “Cehennem başkalarıdır,” dediği andayım. Başkalarının seslerinin bende oluşturduğu yankının cehennemindeyim. İçsel sessizliğim asla ölmemeli. Aksine dış sesleri anlamlandırmalı. Gürültünün sessizliğiyle buluşup anlamı oluşturması için çabalamalıyım.
Anlamı oluşturmak için de bir duraksamaya, bir nefese ihtiyacım var.
Belki de en derin uyanış, bir gürültünün sonunda gelen sessizlikte oluyor. Bu sefer çığlığımı kendi içime fırlatıyorum. Sessizliğime kulak verenlerin anlayacaklarına inanarak.

Zeynep Tezel, Fransız Dili ve Edebiyatı mezunu. Tahsin Yücel, Berke Vardar gibi değerli hocalarıyla geçen üniversite yıllarından çok sonra 2022 senesinde yeniden edebiyat dünyasına döndü. Varlık Yayınları, Hikâyeci gibi dergilerde, İshak Edebiyat gibi dijital platformlarda, Eylül, Dışarıda Kalanlar, Ayna Meselesi, Anne Gölgesi, İstanbullu Öyküler gibi çeşitli kolektif kitaplarda öyküleri yayımlandı. Distopya Dergisi’nin yazarları arasında yer alan Tezel, 2023 Edebiyatist Kristal Kalem Öykü Yarışması’nda kısa listeye kaldı ve seçki kitabında öyküsü yayımlandı. Yazı yazabilen kişi olmak için çabalıyor.