Şehnaz Orhan
Duvarlardan gelen sesler kulağıma çarparak vücuduma giriyor, tekrar onları geri göndermek için bedenimden de çıkmalarını istiyordum. Ama nafile. Kalbimde, midemde, kollarımda, ayaklarımda dolaşıyor adeta beni zapt etmişçesine nefes almamı bile zorlaştırıyorlardı.
O duvarlardan seslenenler o kadar çoktu ki, hangi birisine cevap vereceğimi bilememek duvarların gürültüsünü arttırıyordu. Tüm seslenenler başka bir şey söylüyor, kelimeler seçilmiyor, anlaşılmıyordu. Kalabalık sözcükler, anlamı olmayan cümlelere dönüşüyor, sadece bana seslendiklerini anlayabiliyordum çaresizce. Hangi birine cevap vereceğimi şaşırdım.
Zaten cevaplarım da “efendim” demekten başka bir şekilde olmuyordu. Benim verdiğim kısa yanıtlara karşılık, hâlen bıkıp usanmadan seslenen bir sürü sözcük kafamın üzerinde kocaman bir bulut olmuş, artık dayanılmaz hale gelen boğuculuk karşısında gözlerimden akan yaşlar, yağmur olarak yağmaya başlamıştı.
İşten çıkıp arabaya bindiğimde yapayalnız kalmanın mutluluğunu iliklerime kadar hissettim. Çıkmışlardı sesler bedenimden sonunda. Arabayı çalıştırmadan önce, kollarımı kaldırdım, mideme bastırdım, kalbimin düzenli sesini duymaya çalıştım. Bütün uzuvlarım bomboştu şimdi de. Biraz önce organlarımın içine işlemiş, adeta damarlarımda kan yerine dolaşan sesler kaybolmuş, içeriyi daha doğrusu içimi büyük bir boşluk ve sessizlik doldurmuştu. Bu sefer de ses duyabilmek için arabayı gürültülü bir şekilde çalıştırdım. Durduğum yerde öyle sonuna kadar gaz pedalına basmıştım ki, çıkan gürültüye sokakta yürüyen birkaç kişi başını döndürüp baktı hatta. Bozulmuş zannettiler arabayı. Araba bozulmuş, hatta ben bozulmuştum sanki.
Dengemi bulabilmek için dikiz aynasında gözlerimin en içine baktım. Deliriyorum galiba, diye düşündüm kendi kendime. Şimdide bedenimdeki boşluk beni rahatsız ediyor, hatta dışardan bana seslenenlerin yokluğu arttıkça artıyor, bu derin sessizlik çıldıracak gibi olmama neden oluyordu. Vitese hızlıca takıp, eve gitmeye karar verdim. Tekinsizlik hali o kadar içime işlemişti ki, radyonun sesini açtım. Yavaş yavaş müzik sesleri beynimin sislerini dağıtmaya başladı sonunda.
Eve vardığımda biraz daha rahatlamış gibiydi zihnim. Halen güvensiz halim devam ediyor ama sessizliğin gürültüsünü artık duymuyordum. Işıkları açtığım gibi hemen televizyonu yöneldim. Ses olmalıydı ses. Bağırmak istedim, çünkü ayağımın altındaki zemin kaymaya başlamıştı şimdide. En iyisi oturayım dedim. Televizyonun sesini iyice açtım. Spiker avaz avaz bağırıyordu.
“Ankara Bolu yolunda bir tır bir araca çarptı, iki kişi ağır yaralandı”.
İçim sıkıldı. Diğer kanala geçtim. Gene haberler var.
“Kendisinden ayrılmak istemeyen karısını, kocası yolda bıçaklayarak öldürdü.” Gecenin bir yarısı kadının çığlıklarına uyanan mahalle sakinleri, sessizliklerini koruyarak olan biten hakkında yorum yapmaktan kaçındılar.”
Okkalı bir küfür ederek televizyonu kapattım. Ev gene büyük bir sessizliğe gömüldü. Ayağa kalkmaya cesaretim yoktu. Zemin kayıyor muydu, yerinde duruyor muydu bilemiyordum ama, bu berbat günün ne zaman biteceğini tahmin edememenin paniğini içimde yaşadığımı biliyordum. Belki de günler hiç bitmeyecekti.
Terkedilmiştim. Zuhal’ in beni terk ettiğini haber verdiği telefondan beri duyduğum seslerin, sessizliklerin, seslenmelerin yarattığı panik bir türlü geçemiyor, söylemek istediğim onca şey kelime olarak ağzımdan bile çıkamıyordu.
“Sana haykırıyorum, anlatmak istiyorum, anlaşılmadığımı düşünüyorum, kim bilir belki de ulaşılmaz olmak beni sana yakın hissettiriyordu. Görülseydim, fark etseydin, ne olurdu Zuhal”?
İçimin gürültüsü başlamıştı gene. Koltuğa uzanarak yattım. Elimi başımın altına koydum, dizlerimi karnıma çektim. Gene seslenenler başladı ufak ufak. Artık onların gürültüsüne kendimi bırakıp ne istediklerini anlamaya çalıştım.
“Hakan” diye seslendi babam bir yerlerden.
“Geç kalacaksın okula, kalk hazırlan.”
İstemiyordum yataktan kalkıp babamın ihanete uğramış yüzünü görmeyi. Halam, babaannem, amcam hepsi eve doluşmuştu. O kadar çok ses var ki, sanki hiçbir şey olmamış gibi kahvaltı masası özenle hazırlanmış, bizi terk eden annemin yerini doldurmaya söz vermişçesine hep bir ağızdan konuşuyorlardı. Günlerce, haftalarca hatta aylarca konuştular ama hiç annem hakkında konuşmayarak.
Evdeki kelimeler duvarlara çarpıyordu. Öyküyü yeniden yazmaya çalışıyor gibilerdi. Sigaraları yutarak içen babam ve ben haricinde herkes konuştu. Sessiz kaldım bağırarak iki yıl. Hiç konuşmadan o evin karmaşasında gittim geldim okula. Sonunda yatılı okula yazdırıldığımda artık hiçbir ses kalmamıştı içimde ne annemden ne de babamdan.
Televizyondaki haberler gibi konuştum içimden. Bu sefer ilk kez sesim kulaklarıma çarptı. Koltukta hıçkırıklarla ağlayışımı duvarlar, koltuklar, sehpalar duydu. Hiçbir şey söylemediler ama, ben onlara “terkedildim” diye haykırdım.

Şehnaz Orhan, Bursa doğumlu. Evli ve iki çocuk annesi. Psikoloji ve edebiyat, hayatında her zaman en sevdiği alanlar arasında yer aldı. Uludağ Üniversitesi İşletme Bölümü’nden mezun oldu ve aynı üniversitede İşletme yüksek lisansını tamamladı. Psikolojiye olan ilgisi nedeniyle İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik alanında yüksek lisans yaptı; ayrıca ICF onaylı koçluk yetkinliği kazandı. Halen Bursa’da bir patoloji laboratuvarında yönetici olarak görev yapıyor. Aynı zamanda Anadolu Üniversitesi Sosyoloji Lisans Programı’na devam ediyor. Yaratıcı ve ileri düzey yazarlık atölyelerinde eğitimlerine devam ediyor ve kolektif kitaplarda öyküleri, çeşitli dergilerde yazıları yayımlanıyor.