Mahinur Çenetoğlu
“Neden gittin kızım? Konuş diyorum sana, bana bak, şimdiye kadar sana fiske vurmadım, biliyorsun. Böyle bir şey yaptığına göre vakti gelmiş.”
Hüsrev, hırsla küçük odanın kireç boyalı duvarına bir yumruk salladı. Kanayan elini ağzına bastırırken, babasının yüzündeki acıyı görmedi kız; kafasını kaldırıp bakmadı bile. Dilinde anlamsız kelimelerle ağlamasını sürdürüyordu. Hüsrev, masanın üzerindeki peçeteyi eline dolarken yumruk yaptığı elini kıza doğru kaldırdı: “Yiyeceksin şimdi sumsuğu beynine! Ne konuşuyorsun? Ne diyorsun? Anlamıyorum! Ne oldu tülbentine? Bana bak Kiraz, Allah yarattı demem, akıtırım pekmezini! Konuş diyorum sana, konuş!”
Hüsrev, hırsından burnundan akan sümükleri çekerek, eksik dişlerinin arasından tükürükleri Kiraz’ın üstüne üstüne saçarak, korkudan tir tir titreyen kızına olanca gücüyle bağırıyordu. Evlerinin küçük odasında, iki divan arasına sıkışmış ağlayan kız, iç çekmelerle bir türlü derdini anlatamıyor; Hüsrev’in yeni evlendiği karısı, adamın kalın kıllı kollarını okşayarak tutuyor, onu köşedeki sekiye oturtmak için uğraşıyordu.
“Aman dur yiğidim! Allah aşkına ne ediyorsun sen? Çocuk bu. Aklı ermemiştir, hele sen bir soluklan,” derken çilek kokulu nefesini Hüsrev’e doğru üfleyivermiş, bacağını adamın titreyip duran bacağına sıkı sıkı bastırmıştı. Başını ellerinin arasına alan Hüsrev, derin soluk almalarla kara kara düşünüyordu.
Çekmiş gitmiş… Tuvalete kalkmasam haberim olmayacak… Gecenin ortasında delirdim, aramadık bakmadık delik bırakmadım… Sabah ezanı okunuyordu geldiğinde. Sanki bakkala ekmek almaya gitmiş! Olacak iş mi? Bu soyka karı da tüm gece tepemde… Zahir beni mi oyaladı yoksa? Bak şimdi… Uyudu Kiraz, top atsan duymaz diye diye… Çişe kalkmasam demek ki bilmeyeceğim… Allah’ım, ben neyi yanlış yaptım? Evlendim diye mi yapıyor bunları? Nereye gitti, kiminle kaldı tüm gece? Çıldıracağım Allah’ım, çıldıracağım!
Hızlıca ayağa kalktı. Kendisine bön bön bakan karısına döndü:
“Bana bak avrat, sen biliyor musun nereye gitti bu kız? Eğer bu işle bir ilgin varsa, aha da şart olsun, ilk iş seni boşarım, ona göre.”
Kadının ağzını bile açmasına fırsat vermeden ceketini, kasketini kapının arkasındaki paslı çividen çekip aldı. Dilinde okkalı bir küfürle yürüdü evin ahşap kapısına doğru.
“Duydun değil mi? Bakma öyle salak salak. Bu işte parmağın varsa… Dedim işte! Aha, laf ağızdan çıktı, ona göre,” diyerek tek ayağını kapının eşiğinden geçirip derin soluklar alarak sağına soluna baktı. Köy sakindi.
Duyarlar… Yakındır… Kime ne diyeceğim ben? Köylünün diline malamat olacağız. Bunca sene evladımın gıkı çıkmadı, bak şu başımıza gelene…
Hızlıca geri dönüp eve girdi. İki oda bir mutfaktan oluşan küçük bir köy eviydi. Hem Kiraz’ın odası hem oturma odası olan yerde, ince kilimin üzerinde içini çeke çeke ağlayan kızına baktı. Bir süre sustu, yutkundu, çatallanan sesiyle:
“Kalk oradan hadi, yerler buz gibi, soğuk alırsın,” derken yüreğinin bir köşesi kanadı.
Kız hiç duymadı. Elinde anasından yadigâr tülbent, ağlamasına devam ederken, Hüsrev’in sesi yine yükseldi:
“Dinime imanıma seni kıtır kıtır keserim! Nereye gittin, kimin götüne takıldın gittin? Bana anlatacaksın! Aha da sana mühlet… Ben gelene kadar sakinleş, otur, dümdüz konuş benimle!”
Son bir hamleyle kızın üzerine yürüyecek oldu. Kadın önüne geçti, memelerini Hüsrev’in gövdesine yasladı.
“Etme Hüsrev’im, hadi sen bir havalan da gel. Ben konuşacağım Kiraz’la.”
Hüsrev, köşedeki sandalyeyi ittirir gibi ittirdi kadını. Kafasını iki bacağının arasına gömmüş ağlayan kızına bakarak konuştu:
“İkinizi de diyorum. Hah, ona göre. Gidiyorum şimdi. Evden dışarı adımınızı atmayacaksınız. Duydunuz mu?”
Hüsrev, köy kahvesine doğru yürürken ellerinin titremesi, yüreğinin seğirmesi hâlâ geçmemişti. Yeleğinin cebinden çıkardığı sarı kehribar tespihini, “Estağfurullah, estağfurullah…” diyerek çekmeye başladı. Kahveye vurduğu yönünü değiştirip dere kenarına doğru yürüdü. Kavak ağacının dibine oturdu. Iğıl ığıl esen rüzgâra yüzünü döndü, gözyaşları kavruk esmer yüzünde ılık rüzgârla kurumuş, yol yapmıştı. Tam o anda gördü, suyun kenarından havalanan turna kuşlarını… Derenin türkü söylercesine çağıldamasına karşılık, tiz sesleriyle öterek mavi gökyüzüne doğru kanat çırptılar. Yüreği serinledi, gülümsedi.
Bir çift turna gördüm durur dallarda
Seversen Mevla’yı, kalma yollarda…
Ağlayarak turnalara söyledi türküsünü. Tütün kutusundan titreyen elleriyle sardığı cigarasını derin derin içine çekti. Gözlerini kapattı.
Kiraz doğduğunda, karısı Hasret’le mutlulukları sadece kırk gün sürmüştü.
Onun kolunda Kiraz vardı, benim kolumda da Hasret… Ellerimin arasından kaydı gitti. Kimi nazar dedi, kimi büyü… Kimi albastı… Ne oldu, anlayamadık bile. Anasının memesindeydi Kiraz. Daha kırk günlük, el kadar bebe… Hasret gözlerini yumdu, ama sütü geliyordu hâlâ. Hem de nasıl gelme… Hasret’imin başından aldığım al tülbentini tuttum memesine, aktı, aktı, aktı…
Annesinin tülbentteki süt kokusunu çeke çeke büyüdü Kiraz. Nenelerin kucaklarında, yeni doğurmuş kadınların hepsinin memesinden emdi. Öksüz Kiraz’ı ağlaya ağlaya emzirdi süt anneleri. Bir sürü süt kardeşi oldu. Annesinin tülbentiyle sardılar onu, mışıl mışıl uykulara yattı. Büyürken kimse elinden alamadı al tülbenti. Kiraz onu bedeninin bir parçası yapmıştı. Kimi zaman koynunda, kimi zaman boynunda hep yanında taşıdı.
Hüsrev, bebesini köy ahalisinin yardımıyla büyüttü. Büyükler onu evlendirmek isteseler de o, Hasret’ten sonra kimseleri istememişti.
“Oğlum yeter gari, kendini feda ettin. Yalnızlık Allah’a mahsustur. Bak Kiraz da büyüdü, gel seni baş göz edelim. Helal süt emmiş bir kadın var, kimi kimsesi de yok. Kiraz’a da ablalık eder, can yoldaşı yavrum…”
Bu saatten sonra “can yoldaşı” dediklerinde durup düşünmüş, yine de çok içine sinmeden “he” demişti bu işe.
Hüsrev, tüm gün dere kenarında dolanarak, ağlayarak, düşünerek, aç susuz geçirdi gününü. Eve vardığında akşam olmuştu. Kapıyı açmadan kulağını uzatıp dinledi, hiç ses yoktu. Yavaşça kapının kilidini çevirip adımını attı içeri.
Önce hanımı koştu heyecanla:
“Hoş geldin bey,” dedi sesini titreterek. “Bak hele Hüsrev, sana bir şey diyeceğim. Sonra konuş Kiraz’la, olmaz mı?”
Hüsrev, kadına ikircikli baktı. Elinin tersiyle onu itti:
“Ne oluyor? Kiraz nerede? Kiraz?”
İçeriye geçti. Kız, kızarmış gözleri, şişmiş yüzüyle hâlâ bıraktığı yerde oturuyordu. Kadın Hüsrev’in önüne geçmeye çalışıyor, onu çekiştiriyordu:
“Bir bak hele, beni bir yol dinle, sonra Kiraz’ı…”
Hüsrev hiddetlendi. Gözü kızındaydı. Yıllarını verdiği gözünün kıymetlisi, Hasret’inin yadigârı kızında.
“Dur be kadın! Ne oluyor sana? Allah Allah! Sana da gelecek sıra. Düşündün mü kızım? Diyecek misin bana kiminle takılıp gittiğini?”
Kiraz toparlandı, ayağa kalktı. Bir üvey annesinin yüzüne baktı, bir ayaklarının ucuna.
“Diyeceğim baba,” dedi sakince. Artık ağlamıyordu. Kadın telaşla içeri seğirtip kendini odaya kapattı.
Hüsrev, odasına kaçan karısının ardından bakarken ne olduğunu anlamaya çalışarak kızının elinden tutup divana oturttu. Kiraz’ın soğumuş, titreyen ellerini ısıtmak istercesine kendi iri esmer ellerinin içine aldı. Kız yutkundu, önüne bakarak konuştu:
“Hüseyin vardı ya baba, hani Salim Ağa’nın oğlu… Meğerse beni severmiş. Vallahi ben bilmiyordum baba, ekmek musaf çarpsın ki!”
“Eşşoğlueşşek!” diye gürledi Hüsrev. Kiraz tekrar ağlamaya başladı. Sustu. Dişlerini sıkarken, kızının güvercin yavruları gibi küçük elini de sıktığını fark edip gevşetti.
“Tamam, sustum. Anlat hadi sen,” dedi, sesinin titremesini bastırmaya çalışarak.
“Sabah uyandım ki tülbentim yok. Analığıma sordum. Güldü, ‘Bekle bakalım, gelir elbet,’ dedi. Dellendim, yine de demedi. Kapıya koştum. Karşı duvarda bu Hüseyin, elinde de anamın tülbenti, sallayıp duruyor. ‘Yanıma gelmezsen bir daha bunu göremezsin,’ diyor. Baba! Tülbentimi onun elinde görünce öleceğim sandım!”
Kiraz tekrar ağlamaya başladı. Hüsrev ne yapacağını şaşırmış bir halde oturduğu divandan fırladı. Kız, iki eliyle babasının eline sarıldı. Yalvaran gözlerle babasına bakıyordu:
“Ama vallahi bir şey olmadı baba… Vallahi eli elime değmedi! Baba, ben senin yüzünü yere eğer miydim? Tülbentimi almasaydı, hiç gider miydim?”
Hıçkırıklardan konuşamadı kız. Hüsrev, kızının gözünden akan yaşları sildi. Karşılıklı uzun uzun sustular.
Hüsrev küçük odadan çıktı. Taze karısının kendini kapattığı oda kapısını ardına kadar açtı, sonra tekrar odaya, kızının yanına gitti. Kadın başını kaldırmadan sakince odadan çıktı. Evin ahşap kapısına ilerledi. Eşikten adımını atarken ardına bakacak gibi olduysa da bakamadı.

Mahinur Çenetoğlu, Ankara’da dünyaya geldi. Otuz beş yıl beyaz yakalı olarak Milletlerarası Ticaret Odası’nda çalıştı. Profesyonel yazım hayatına 2020 yılında başladı. 2021 yılında Yaşar Kemal Anısına Öykü Halk Bilim Araştırması ve Şiir Yarışması’nda Öykü dalında “Bezgin Demokrat” isimli öyküsüyle finalist oldu. Beş kollektif kitapta öyküleri yayımlandı. 2023 yılında Banliyö Kitap tarafından basılan ilk novellası “Aşkın Istırabı”, Ekim 2004’te Mahal Edebiyat tarafından basılan ilk öykü kitabı “Evlilik Fotoğrafını Kim Aldı” okurla buluştu. Distopya Dergi’de yazıları yayımlanıyor. Otuzdan fazla öyküsü çeşitli internet dergilerinde yer aldı.


