Şehnaz Orhan
Varoluş mu yıkıcılıktan (ölüm) beslenir, yıkıcılık mı varoluşu doğurur?
Ölümün ve doğumun; her an canını acıta acıta, yaralarını kanata kanata mesele olduğu, yukarıdaki sorunun cevabının dibine kadar verildiği ve çokça hissedildiği “Çocukluğun Soğuk Geceleri” adlı kitabında, varoluşçu yazar Tezer Özlü; direnişi ve tutunmayı, geri çekilmelerle ve ileri atılmalarla yoğun bir şekilde yaşadığını yazmış ve aynı zamanda okuyucularına da bu hissi iliklerine kadar yaşatmayı başarmıştır.
Öyle vakitler gelmiştir ki, yazar ve okur adeta bir olmuştur. Var olma meselesinin; yaşamın kıyısında değil, aslında ölümle birlikte ve ölüme rağmen, beden ve ruh sarsıntıları halinde hayatın merkezinde olduğunu anlatmıştır yazar.
Tüm eser boyunca, gözümüzü kapadığımızda “tam da ölümün dibinde bir film şeridi gibi geçti yaşam” denilebilecek tüm olaylar, güzel bir fotoğraf çekme becerisi gibi vakitlerden kopuk, ele avuca sığmaz “an” lar halinde verilmektedir.
“Nazlıydın niçin geldin askere? Haydi kalk! Haydi kalk!”.
Tezer Özlü,2020;7)
Borazan sesiyle bağırarak, kendi imge dünyasını sembolmüş gibi evin içinde dolaştıran, adeta askeri düzen yerleştirmeye çalışan, özensizlik sembolü çizgili pijamaları ile bir zamanlar beden eğitimi öğretmenliği yapmış bir babanın; sabahın erken saatlerinde düdük çalarak çocuklarını uyandırması, fakirlik kokusunu, faşizmin küçük gösterisini, hapis edilmeye çalışılan varoluşları, okuyucuya açık bir biçimde sergilemektedir. Ölü yatakları ve ölü hayatları, evlilik görevleri olarak taçlandırmış “soğuk anne”, coşkusuz, heyecansız, öğrencilerinin yazılı kağıtlarını okuyan bir kadın olarak yuvayı da ölü hale getirmiştir, yazarın anlatımına göre.
Anlam; özde değildir ona göre. Kendi özünün oluşmaması, kendine empoze edilmeye çalışılan yuvasının, özünün eksikliğine bir tür direniştir aslında.
Baba evinin içinde kendini güvende hissetmesi gerekirken, kendiliğinin üstüne çöken; tipili, buzlu okul yolları, elektriksiz kasvetli günler, gecekondulu gürültülü mahalleler, sobada ısıtılmaya çalışılan akşamdan üşümüş kara önlükler, çatılardan tüten gri renkli pis dumanlar ve renksiz evler, tekinsizlik ve yalnızlık duygularını üstüne yıkmış, özünü dış dünyada bulacağı inancı, kasabasında saat kulesi önünde otobüslere binip giden yolculara baktığında oluşmuştu.
“Bir gün uzak dünyaları ben de tanıyacağım”.
(Özlü,2020;8)
Diye içinden geçirirken, güvenli hissetmenin ve kendiliğinin tadına bakmasının ancak buralardan gidişle mümkün olacağını düşünmekteydi. Gitmek, hep gitmek, nereye olursa gitmek, kiminle olursa gitmek. Yeter ki gitmek…
Kasvetli geçen yıllarının ilk yıkılışı olan intihara teşebbüsü, ona varoluşunun devamı şeklinde ölümü düşündürdüğü için olsa gerek, tüm gün ölü gövdesinin güzel görünmesi için hazırlık yapmıştı. Hayat ölümünden sonra hiç aksamadan devam edecek, öfkesini belki de farkına varmadan avucunda biriktirdiği ilaçları yutarak, hayatının diğer bölümüne taşıyacaktı. Bu bir anlamda hazdı onun için. Varoluşsal hazzın, ölümde vuku bulması. Yıkımın, tekrar ölümde doğar halde kişilik bulması. Bu hazza ulaşmaya çalıştı fakat başarılı olamaması onu, yıkımının farklı senaryolarına tanık olmasına neden oldu. Hastanelerin kasvetli odaları, tanısının konulmasının yası, ruhunun ıstırapları, uykusuz uzun geceler, mâni halleri, depresif suskun durumlar, kavrayamama, anlayamama ve yıllarca süren elektroşok tedavileri… Varoluşunun dinamikliğini durduran, hayatına zorla dayatılan bu bilinç kapatmaları, ruhuna acı veren molalar, ölüme yaklaşmanın soğukluğu, yorgunluk ve yaşama ara vermenin bedelleri…
Yazılarında da hep, varoluşla yıkılış arasındaki büyük mücadeleleri anlattı. Anlam bulma kaygısı taşımadan kendi özünü kendisi oluşturuyordu. Ona bakan gözler değildi istediği, kendi gözleri ile bakmak, kendi gözleri ile görmeyi başarmaktı.
Dış dünyaydı coşku. Denizin dalgaları idi varoluş. Her dalganın köpüklerini yaratması ve köpüklerin kıyıya vurup kuma karışmasıydı belki de sonlanmalar. Karıştığı yerde tekrar var olabilmek, toplumun birey üzerinde dayattığı zoraki anlamları reddederek yazma, okuma, sevişme ve devamlılıktı tüm inandığı.
“Beni rahat bırakın, rahat dolaşmak, dilediğimi yapmak istiyorum”
“Hayır hastalandın” diyor kardeşi.
Kumsalda koşmaya başlıyor. Deli olduğunu ya da olmadığını kanıtlamak için belki de. Tekrar elektroşok tedavileri…
Ait olmanın tüm durumlarının reddi, onun özünün bir parçasıydı adeta. “Öteki” olmadan var olamayacağını biliyor, ama “ötekilerin” kim olduğunu, nasıl olduğunu tahmin etmekten daha ileriye de gidemiyordu okuyucuları. Sevişme, onun için hem bir varoluş hem de yıkılıştı aslında tekrar tekrar ulaşması gereken. Meşru olması mı gerekirdi vücutların tamamlanmasında, onay mı verilmeliydi ölüme giderken ya da yeniden doğarken çığlık çığlığa?…
Yaşamın tutku demek olduğunu, bunun da hayatına güzellikleri ve coşkuyu getirdiğini vurgulardı kitabında. O zaman ölüm sadece bir merhaba demekten ibaret olurdu ona göre. Böylece, yaşamın uğurlanması, kaygı olmaktan çıkar ve güzel bir hale dönüşürdü onun zihninde.
Kahvelerde arkadaşlarıyla tutkulu memleket meseleleri, sahiden bunlara canının acıması ve duyarlılığın ağırlığı ve sorumluluğu…Yazmaktan ve konuşmaktan ileri gidemiyordu faşizme direnmesi… En azından, çocukluğunda yaptığı gibi kabullenmek ve evden gidişini beklemek kadar da pasif kalmamış oluyordu aslında.
Bedeni üzerinden yaşadığı özgürlük; soğuk gecelerinin ve acılarının aksine yıldızları büyütüyor, özünü tamamlıyor, gökyüzünü derinleştiriyordu. Meyhanelerde, dışardan yağmurun sesini dinlemek, gündüz simitçilerin bağırması, çamurlu sokaklar, güneşin taa gözünün içine girmesi, sakinlik, coşku ve dünyasını kendisinin yaratmış olması, yazgıya inanmadan, tesadüfen olamayacak kadar bilinçli, akışına bırakılacak kadar savunmasız, özünü hissedebilecek kadar güvenli…
Varlığı yokluk, tamlığı hiçlik ve yaşamı da ölüm olarak tanımlaması arasındaki ruhsal geliş gidişleri ve bu aralarda mekik dokuyuşları, ona hep kendini “olduğu gibi” ve “olduğu kadar” hissettirmiş, bu da onun, hesapsızca ve büyük bir romantiklikle edebiyat dünyasında yerini almasını sağlamıştır.
Yaşamın sıradanlığı içinde sadece kendi bakışlarının-başka kimsenin anlamlandırmasının dayatması olmadan- detaylarda olmasına gayret göstermiş ve yorgun hayatını da aslında bu mücadele içinde tamamlamak için azami gayret göstermiştir.

Şehnaz Orhan, Bursa doğumlu. Evli ve iki çocuk annesi. Psikoloji ve edebiyat, hayatında her zaman en sevdiği alanlar arasında yer aldı. Uludağ Üniversitesi İşletme Bölümü’nden mezun oldu ve aynı üniversitede İşletme yüksek lisansını tamamladı. Psikolojiye olan ilgisi nedeniyle İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik alanında yüksek lisans yaptı; ayrıca ICF onaylı koçluk yetkinliği kazandı. Halen Bursa’da bir patoloji laboratuvarında yönetici olarak görev yapıyor. Aynı zamanda Anadolu Üniversitesi Sosyoloji Lisans Programı’na devam ediyor. Yaratıcı ve ileri düzey yazarlık atölyelerinde eğitimlerine devam ediyor ve kolektif kitaplarda öyküleri, çeşitli dergilerde yazıları yayımlanıyor.


