Gönül Yasemin Ölmez
Yol kenarlarından tepelere doğru uzanan çetiler, incir tarlalarının arasına serpiştirilmiş armut ağaçları, zeytinlikler, hafızamda bazı anlarıyla silinmeden öylece kalmış bir dizi filmi hatırlatan, eski zaman mimozalarını geçiyoruz. Hız 140 km.
Sarsıntıyla camdan başımı çekerken küçük kızımın uyuya kaldığı dizimi oynatmamaya gayret ettim. Buraların derdi bitmez. Her seçim aynı vaatler. Bir türlü düzelmeyen yollar gibi.
“Gelmedik mi anne daha?”
İşaret parmağımı burnuma götürüp, hızlıca başparmağımla tamam işareti yaparken Duyguya, uyku vadisine giden yön tabelasını da geçti gözlerim. Onun en yakın arkadaşları ve anneleri ile gezi düzenlemiştik buraya birkaç yıl öncesinde. Benim için, çocukluğumda dağ tepe dolanıp içinde dinlendiğim mağaralardan pek bir farkı olmasa da, çalılıkların arasından fırlayıveren sincabı unutamıyorum. En çok da İstanbullulara madara olmuştum ya.
Elimde tutuğum; hasır, geniş kenarlı, uçları pülçüklenmiş, biraz da dökük şapkamı başıma geçirip, omzumu silkip geçiştirmiştim. Güzeldi her şey.
Geçmiş zaman mimozalarının ana konusunun da adamın şapkasındaki, kadının elindeki çiçekler olduğu kanısındayım bugünkü fikrimde.
Oysa ben babamın mezelik yaptığı tuzda balıkların boşalan her tenekesini özenle badanalayıp içine diktiği, mevsimine göre rengârenk, bin bir çeşidine de doygun oluşumdan, gelin çiçeğimin plastikten oluşuna hiç aldırmamıştım. Onun bu yolculukta yanımda olamamasına aldırdığım kadar.
Tarihinde yedi kere batmış bir şehrin bir daha sular altında kalmayacağını kim garanti edebilirdi ki? Ya da kendini bilmez bir serserinin sırf yanındaki kıza hava olsun diye bir eli direksiyonda, aldığı son yudumdan sonra, elindeki bira şişesini kurumuş çetilerin arasına acımadan fırlatırken, o, tuz buz olmuş cam parçacıklarını güneşin ısıtıp da, her şeyi yakıp kül etmeyeceğini…
Varlığının tek koşulunun yüzüğün gücünden ayrılmak olduğu bilincinde olan Frodo Baggins dahi, onun büyüsüne kapılmamış mıydı zaman zaman? Semboller hayata anlam katmak içindi. Belirleyiciydi aynı zamanda. Ama asıl, yüzük eriyip gittikten, Arven ölümlülüğü seçtikten ve Aragorn tacını sembolik olarak takıp, Frodo Baggins ve arkadaşlarının karşılıksız, yargısız dostluklarının önünde eğildikten sonra, savaşlarla yakılıp yıkılmış viran olmuş ülkeleri bir anda değişmiş, yeşillenmiş, çiçeklenmişti.
Ahh… Şu filmi birlikte izlemiş olsaydık anneannemle.
“Kılıksız deyyus. Etmediğini bırakmadı. Bir iyilik bir de kötülük evlat. Ömür boyu unutulmaz,” derken eminim bastonunu da sallardı Sauron’a. Herkesi okumuş üflemiş de bir tek dedeciğime yetişememiş o.
“Suni teneffüs yapmadın mı anneanne?”
“O ne çocuğum?”
Üzerinden otuz altı yıl geçmiş diye. Ya onun yası?
Arabanın ön camına sıçrayan çakıl taşıyla küçük kızım gözlerini açıp hazır ola geçer gibi dimdik otururken, büyüğüm derin bir “oh” çekti. Hızla virajı da dönüp birkaç arabanın park edebileceği kadar boşluk bırakılmış, gerisine; dizi dizi patlıcan, domates, kabak, bamyaların dikili olduğu bahçenin duvar kenarına durduk.
“Geldik çok şükür,”
Dikiz aynasından geriden gelen diğer arkadaşımızı ve motoruyla gelmeyi tercih eden eşini de arıyordu gözleri Sema’nın. Biz teker teker aşağıya inip bagajdan valizlerimizi alırken, onlar da sırayla girdiler bahçeden içeri.
On kiloluk bitmiş plastik yoğurt kabını elinden yere bırakıp, yemenisiyle alnındaki terini siliyordu gülümseyerek. Uzaktan bakınca yetmiş, yakınlaştıkça güneşten kurumuş cildini cam gibi parlatan yeşile dönük ela gözlerinden beş daha küçülttüğüm yaşı, sonradan öğrendiğimde adı kadar şaşırtmamıştı beni. Aynı yaşlardaymışız Fatma’yla.
“Hoş geldiniz, hoş geldiniz.” Yemenisini düzeltip bağladı başına.
Köyden indim köye şaşırtması ile tatillerin ana mottosu olan, “Yiyeceksin, içeceksin e hadi gari ama söyletmeyin şimdi,” kısmını şimdilik es geçerek motorunun ayağına otururken söylendi:
“Ne pişirdin bakalım öğlene? Kurt gibi acıktık hepimiz.”
Plastik kovanın içindeki sebzelere de göz atıverdi İsmail Ağabey.
Bizim için ayrılmış odalara gidip, valizlerimizi bırakıp, bahçeye geri döndük. İki masayı birleştirdiler hemen. Çocuklar ilk dörtlüye, onlar ikinci dörtlüye oturdular. Bir sandalye çekip oturdum köşeye.
“En başa oturttuk seni bak!”
Bir anda tüm vücudu değişti İsmail Ağabeyin. Gözleri yuvalarından fırlamış, tam üzerimizde duran üzüm çardağının aralığından vuran güneşin par par parlattığı parmağındaki yüzüğünün içinde dolaşmaya başlamıştı. Dudakları hafif aralık tıslıyor “Efendimisss”.
Aynı refleksle başparmağım yüzük parmağıma değince, bir gece öncesinde çıkardığım yerde unuttuğumu fark ettim.
Sahi dedem öldükten sonra, hiç çıkarmadığını söylediği yüzüğünü gasilhanede kim almıştı anneannemin parmağından? Annemde değildi!
Karşıdan bakıldığında yedi düvel erkeği dize getirirmiş gibi duran bu kadının insana dair bakışı da, inekleri doğum yaptığında cinsiyetine bakmaksızın duyduğu sevgiden farksızdı komşusu Hayriye’ninkine göre.
“Amannn. Düvem oldu Hacı Hanım hala, düvemm.”
Elini içine soktuğu lastikli donunu bir o yana bir bu yana çeken Hayriye’ye çakmak çakmak bakar;
“Düveni kim doğurdu Hayriye? Hadi kızım! Sütü kaymağı bol olsun. Kurbana derdin kalmamış.”
Taşıyabilmek için göğsünün üzerinde tuttuğu büyük tepsiyi yan masaya bırakan delikanlının gözlerine baktığımda Fatma’nın oğlu olduğu düşüncesine kapıldım. Çukur melamin tabaklara doldurulmuş bol domatesli sarımsaklı, hafif pembeye dönük, iri çekirdekli bamyaları önümüze koyup, “Kuskus pilavlarınız da geliyor şimdi cacıkla, çocukların tostlarıyla birlikte” deyip boşalan tepsiyle hızla geri dönerken, ekmeklikler ortaya çekilmiş, yemeğin suyuna bandıra bandıra yemeye başlamışlardı bile.
“Yesene çocuğum.”
“Yemem. Sümüklü bu”
“Hadi bunu da yemem de de, atayım kendimi denize. Çin’e gitsen ne yapacaksın? Hııı? Orda kıpırdayan her şeyi yiyorlar. En iyisi çökeleği, peksimeti eksik etme sen valizinden. Vallahi gidilmez bir yere seninle.”
Tabağı hırsla önüme çekip vurdum çatalı bamyaya.
Herkes denize girerken, elim karnımda, kumsal ile tuvalet arasında mekik dokuduğum yetmezmiş gibi, denizin ortasında elini sallayıp,
“Şifa oldu vallahi sana” demez mi Sema?
Akşam olduğunda ışıklarla donatılmış sahilde, bizim için ayrılan dörtlü masaya geçerken oturma düzenindeki tek değişiklik çocukların ayrı bir masayı tercih etmeleriydi. Mezeler geldi. Rakılar dolduruldu kadehlere. Birkaç kare toplu olarak gülümsediğimiz telefon ekranına onlar çokça eşlerine sarılıp pozlarını verdiler. Yanıma gelen kızlarımla önce birbirimize, birkaç poz da ekrana gülümsedik. “Nice anılarımız olsun,” diyerek.
“Babama attım anne. Bak, kalp koymuş, üç tane.”
Kadehimi bir yudum daha almak için kaldırdığımda, aniden iki el sıkıca sarıldı omuzlarıma. Başını başıma dayadığında fark ettim Nuri Bey’i.
“Bir de böyle çeker misiniz rica etsem?”
Yusuf’a selamlarımızı ilet derken, tam yanımda olduklarını gösterdiği masaya döndüğümde, eşi Ayşe Hanım avuç içlerini dudaklarına götürüp öpücük veriyordu. Yanına gidip sarıldım. Geri dönüp oturduğumda, başım mı döndü, sıcak mı bastı, içimde hüzüne kaçmış bir mutluluk, ama bir o kadar coşku.
“Atlarsın, atlayamazsın, atlarsın, atlayamazsın,” derken denizde aldım soluğu.
Çocuklar alkış tufan. “Siz de gelin,” diyorum, biri atlıyor cesaret edip şaşkın bakışlara inat.
Ertesi sabah sahile indiğimde, havada uçuşan birkaç martı, hamile eşini taşlıklardan ayağı kaymasın diye ellerinden tutup denize taşıyan adam dışında ortam sessizdi. Geçen zamanı güneş ayaklarımı ısıttığında fark ettim. Kitabın son sayfasını da çevirip kapağını örterken, birinin uzaklaştığını hissettim aniden kaybolan uzun gölgeden. Az sonrada Sema geldi. Masanın üzerindeki deniz kabuklarını eliyle yoklayıp bıraktı.
“İsmail’i gördün mü?”
Başımı yana çevirdiğimde denizden çıkıyordu. Elimle işaret ettim.
Kahvaltılarımızı yapıp dönüş yolu için arabaya yönelirken, bir maşrapa suyla gelen Fatma, gülümseyerek duvar üzerine hazır ettiği birer poşet domatesi uzattı onlara.
“Gök azıcık bunlar. Tepsiye koyun e mi? Olgunlaşıverirler bir zamana!”
Bana da yuvarlak, en irice olanlarından patlıcan koymuş. Unutmamış belli ki tan yeri ağarmadan tarlada yaptığımız sohbet sırasında “keşke patlıcan közleseydin dün,” deyişimi. Birbirimizin omzuna dokunduk.
Arabanın tekerlekleri dönmeye başladığında çakıl taşlarının üzerinde, kızlarımdan biri sağ, diğeri sol dizime koydular başlarını. Bir ara Sauron’u gördüm sanki dikiz aynasında. Atının bir ayağını vurmuşlar mı ne? Aksak, aksak gelişi. Gözlerimi ovuşturdum
“Amann, boş ver, unut gitsin,” dedi aklım.
Sema radyonun düğmesine bastı. Sezen, Yol Arkadaşımı söylüyor.
Duvar dibinden koparıp göğsüme taktığım, küçük bir dal mimoza. Sanki yüreğimde yaşayıp fışkırıvereceklermiş gibi. Telefondan bildirim sesi geliyor. Baktım Yusuf. İsmail Hakkı Bey’den “Sazende Olasın”ı göndermiş. Büyük ninesi, dedesi Yusuf’a ninni yapmış bu şarkıyı. Hep güzel anılarını paylaşmayı sever zaten. Aile sırlarını ifşa etmez hiç. Bu onun iradesi dışında bir durum.
Meskûn mahalde ilerliyoruz. Hız 30 km.

Gönül Yasemin Ölmez, Bodrum’da doğdu. Lise mezunu. Yirmi üç yıllık çalışma hayatında özel sektörde satış danışmanlığı ve mağaza müdürlüğü yaptı. Derin okuma ile başlayan kendini geliştirme eğitim yolculuğunu, mitoloji ve yaratıcı yazarlıkla halen devam ettiriyor. Bu süreçte iki kollektif kitapta öyküleri de yer alan Gönül Yasemin Ölmez, yazı yolculuğunu sürdüyor.

