Sinan Cem Çamözü
Her bitiş, yeni bir başlangıca açılır mı? Dark City tam da bu sorunun karanlık tarafını kurcalayan bir film. Alex Proyas’ınyönetmenliğini yaptığı film, ilk bakışta sıradan bir cinayet hikâyesi gibi görünüyor. Ancak çok geçmeden izleyicisini bitişlerin ve başlangıçların sahte bir döngüye dönüştüğü bir evrenin içine çekiyor. Çünkü bu şehirde hiçbir şey sabit değil;ne anılar, ne kimlikler, ne de mekânlar. Her gece bir şeyler sessizce sona eriyor, her sabah her şey yeniden başlıyor.
Rufus Sewell’in canlandırdığı ana karakterimiz John Murdoch, bir otel odasında uyanıyor. Yanında bir kadın cesedi var ama kim olduğunu hatırlamıyor. O sırada telefon çalıyor; Dr. Schreber adında bir adam “kaç” diyor. İşte o andan itibaren Murdoch’un kimlik arayışı başlıyor. John Murdochvahşice işlenmiş bir dizi cinayetin zanlısı olarak arandığını öğreniyor. Ancak hafızasını kaybettiği için bunların nedenini, niçini bilemiyor.
Gerilim ve bilimkurguyu ustaca bir araya getiren bu filmde şehir de oldukça tuhaf. İnsanlar gece yarısı aniden uykuya dalıyor, binalar kayıyor, sokaklar yeniden şekilleniyor. Çok geçmeden öğreniyoruz ki, “The Strangers – Yabancılar” denen doğaüstü varlıklar şehri yönetiyor. Her gece tam 12’de zamanı durduruyor, insanları uyutuyor, hafızalarını siliyor ve yepyeni kimlikler yüklüyorlar. Bir gün aile babası olan biri, ertesi gün yalnız bir işçi olarak uyanabiliyor. Başlangıçlar ve bitişler, yapay bir döngüye dönüşmüş durumda.
Murdoch ise bu döngüden şans eseri kurtulan tek kişi. Bir yandan polisten katil diye kaçarken, aslında kim olduğunu bulmaya çalışıyor. Yolda karısı olduğunu söyleyen Emma’yla karşılaşıyor ama ona bile güvenemiyor; çünkü Emma’nın gerçekten Emma olduğuna dair hiçbir garanti yok. Onun hafızası da sahte olabilir.
Murdoch’un yolculuğu, sadece masumiyetini kanıtlamak değil, aynı zamanda “gerçek bir başlangıç” arayışına dönüşüyor. Çünkü sürekli hafızanın silindiği bir dünyada, gerçek bir kimlik mümkün mü?
Bir noktada Murdoch’un içinde Yabancılara ait güç ortaya çıkıyor: Onların “tuning” dediği, mekânı değiştirme yeteneği. Bu ilk kez onun da kendi başlangıcını kurabileceğini gösteriyor.
Finale geldiğimizde Yabancıların lideriyle büyük bir zihin savaşı yaşanıyor. Murdoch kendi gücünü sonuna kadar kullanıp Yabancılar’ı yeniyor, şehri onların elinden alıyor. Ve en kritik an geliyor: Şehrin duvarlarını yıkıp ufka koca bir deniz yaratıyor. Bu deniz, karanlığın bitişini ve özgür bir başlangıcın mümkün olduğunu simgeliyor.
Ama iş burada bitmiyor. Murdoch orada Emma’yla karşılaşıyor. Aslında o artık Emma değil; kimliği yeniden yazılmış. Buna rağmen Murdoch yanına gidiyor ve birlikte denize bakıyorlar. Film seyirciye şu soruları bırakıyor:
Geçmiş yoksa, yeni bir başlangıç ne kadar gerçek olabilir?
Bitişten sonra gelen bir başlangıç sahici midir, yoksa sadece başka bir yanılsama mı?
Dark City’de bitişler oldukça sessiz; insanlar uyur, anıları silinir, hayatları fark edilmeden sona erer. Başlangıçlarsa hep başkalarının kontrolünde, sahte kimliklerle, yapay geçmişlerle. Murdoch’un mücadelesi ise bu döngünün içinde ilk kez kendi başlangıcını yaratmak. Deniz bu yüzden önemli; çünkü başkasının oyunu değil, Murdoch’un kendi seçimiyle var oluyor.
Son sahnede mutlak bir özgürlük var mı? Belki değil. Ama o deniz, Murdoch’un zihninde bir ihtimali somutlaştırıyor: Bitişlerden sonra kendi irademizle açtığımız bir başlangıç. Bu, “kurtuluş” kelimesinden çok, “olasılık” kelimesine yakın. Çünkü Dark City’nin evreninde kesin olan tek şey, hiçbir şeyin kesin olmadığı.
Hafızalar silinebilir, kimlikler değiştirilebilir, sevdiklerimizin yüzü bile yeniden şekillenebilir. Belki de özgürlüğün kendisi, hiçbir garantisi olmayan küçük ihtimallerde saklıdır.
Dark City, 1998’de vizyona girdiğinde Matrix’in gölgesinde kalmıştı. Hatta birçok kişi, Wachowski’lerin Matrix’te kullandığı “yapay gerçeklik, hafıza ve kimlik oyunu” fikirlerinin Proyas’ın filminden ilham aldığını söyler. O dönem gişede beklenen başarıyı yakalayamadı, eleştirmenlerin bir kısmı karanlık atmosferini fazla ağır buldu. Ama zamanla bir “kült film” statüsü kazandı. Bugün geriye dönüp bakıldığında, aslında döneminin en vizyoner işlerinden biri olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Eğer Matrix’i sevdiyseniz, Dark City’yi izlemek neredeyse bir zorunluluk. Çünkü burada çok daha noir, gotik, melankolik bir dünyayla karşılaşıyorsunuz. Daha az aksiyon, daha çok felsefi sorgu. Hafıza, kimlik, bitişler ve başlangıçlar üzerine düşünmek için hâlâ çok taze bir film. Az biliniyor ama belki de asıl değerini ileride bulacaktır.


