İsmet Ümit
Ağ yaralıydı, ağ delik deşikti, ağ zaten yoktu. Başında bekleyen üç kişi; onu onaracakları sürenin haricinde, aç kalacakları uzun zamanları düşündüler.
İlk günler, Ermeni bir arkadaşı Barbayanni’ye, sen de diasporasın demişti. Hem de buz gibi, açık seçik, yalın ve yalnız…
Kurşun rengi bir sabah yola çıkmışlardı. İstanbul’a gereken vedayı bile hediye edemeden, öylece, herhangi bir mal gibi, denklenmiş, dürülmüş olarak, köklerini saldıkları şehri terk etmişlerdi. Artık kesin olan; istek, arzu, hatta hayalin, yanlarında taşıdıkları yüklerin konşimentosunda kayıtlı olmamasıydı.
Pire limanını ilk gördüğü gün karar vermişti kör olmaya. Constantin’in ruhuna dua etti sessizce Barbayanni; İstanbul’u değil de Pire’yi gören gözlerinin günah işlediğine inanıyordu.
Sonraki senelerde; Plaka’da çalıştığı taverna ve sevilmediğinin an be an, gün be gün, hatta yıllar boyunca, yüzüne vurulduğu karanlıklarda, bulaşık yıkamış; kimseyle konuşmadan tavernanın arka bahçesinde, çöplerin yanında sigarasını içmişti.
Gözlerinin hasretle aradığı; Erguvan’ın o tonu, artık çok uzaklardayken, ruhunda yaşattığı İstanbul’da; yıllarca elinde gitarasıyla dolaşıp durmuştu. Kazancidis’in nameleriyle turlamıştı ada sokaklarını.
Ana dili olan Yunanca’yı da bir türlü kabullenememişti Atinalılar. Onlara göre konuştuğu dil katır Rumcasıydı. Böylece ötekileştirmişlerdi; Constantin’in kentinden koparılıp atılmış, ne geçmişleri, ne ruhları kalmış, zavallı İstanbul Rumlarının.
Garson bile yapmamışlardı onu, müşteriler ile muhatap olması istenmiyorlardı. Patron, ticari olarak kayba uğrayacağını, ısrarla anlatmıştı.
Uzun yıllar düşünmüştü bu ayrımı Barbayanni. Acaba Amerika’da yaşasa, yurdundan atılıp, sürülür müydü; öyle ya, koca Roma’dan beri genlerinin dayandığı kentten, çöp gemisine atılan Sarayburnu zibili gibi koparılıp atılmıştı.
Boğazın çizrozlarını hatırladı. O mis kokan torik lakerdasının, camdan tezgahında, sanki büyük bir kumpanyanın, baş rol oyuncusu olarak, beş yüzlük ışık altında, beklediği yılları; senelerce hayal etti Barbayanni.
Sonra bir gün ona yaşatılanlara; protesto olarak; sürgün bedenini, darağacında, sallandırmaya karar verdiğinde; istemsizce gözleri, Parthenon’a; karanlığın içinde ışıl ışıl gözüken, binlerce yıllık, mabete takıldı.
Yaya’sının ona anlattığı, korkunç geçen, eylül olayları geldi aklına. Yaya’sı o senelerde, altmışlı yaşlarda olmalıydı. Bir an bile terk etmeyi düşünmemişlerdi memleketlerini. Mutlaka orta yol bulunur, kandırılıp gaza gelmiş Türkler, imana gelip, mantığı seçerlerdi. Çünkü hep böyle olmuştu ta Sultan Mehmet’ten beri.
Yaya’sı ona; anlatmasına böyle anlatmıştı fakat yetmiş dört senesinde olanlarla harmanlı; garip dünya siyaseti sayesinde, yüzlerce yıldır yaşadıkları mahallelerini ve şehirlerini terk emek zorunda kalmışlardı.
Kör olmaya, karar verdiği ilk gün, anlamıştı, sevdiğinden ayrı kalan bir aşık gibi, sürgünde geçireceği senelerin zorluğunu. Malum “yırtık ağın” başında bekledikleri, soğuk Pire gününü hatırladı. Ağı ilmek ilmek ruhunda gezdirdi. Fanyalı bir ağ gibi örmeyi, beynindeki kurguya bir türlü oturtamadı. Sağlam yerine üç barbun ya da tekir takılsa ne olacaktı, ona ait olmayan, denizin karasında.
Sonra bir sabah; Papazlara kızdı yeniden,“bana faydası olmayan kilisenin papazını” deyip sustu. Hem de Türkçe söylemişti tüm bunları. Utandı, Aya Yorgi’nin ruhunu anıp, ıstavrozunu çıkarıp, rahatladı.
Kararını vermişti. Yıllardır inanmadığı bir hayatı yaşadığı için, körelen kalbinde, derin bir ferahlama hissetti. Kendine söz verdi. İstanbul’a dönecekti hayallerinin Constantina’sına. Biliyordu Barbayanni, hikayesini bitirmesinin vaktinin, çoktan geldiğini.
Parthenon’un eski bir mermer sütunu değil de; Büyükada’nın yaşlı bir çam ağacına asmalıydı, bu yorgun bedenini. Cemaat eşek değildi ya gerekeni yapardı.
Çünkü İstanbul; yaşamaktan bile güzeldi.

İsmet Ümit, Büyükada’da doğdu. Sayıları pek sevmese de; kelime ve cümle mühendisliğine çocukluktan beri aşık. Geçmişinde tiyatro ve işletmecilik ile yıllarca hemhal olmuştur. Yazdığı hikayeler çeşitli kolektif öykü kitaplarında yayımlanmış olup halen tüm dimağını yazıya yormaktadır. Edebiyat dünyasında Üstadı kirpilerin mesafesini ayarlayan adam, Sorgun’un babasıdır.


