Mahinur Çenetoğlu
Fahriye on dördüncü kattaki dairesinin geniş penceresi önünde süzülerek batmakta olan kızıllığa gözlerini dikti. Yaşamında ayrımına varamadığı onca yıl, sönüp giden şu güneş misali önce batıyor, sonra çıkıyor, sonra tekrar karanlığı gömülüyordu. Cama yansıyan aksinde gördü yamuk kesilmiş kâkülleriyle simsiyah keçe saçlı o küçük kızı. Gözlerindeki ürkek bakışlar, sağ gözünün sürekli yana kayması, sıska kolları, dizlerinde kabuk bağlamış yaralarıyla çırpı bacakları, üzerinde annesinin ölmeden önce diktiği tavşanlı elbisesi. Camdaki küçük kız uzandı, küçücük kararmış elleri, kirli tırnak içleriyle koltukta oturup kendisine bakan yaşlı kadının gözündeki yaşları sildi.
O eve ilk geldiği gün, karşısında duran iri yarı kadın ve yanındaki pusette yatan küçük çocukla göz göze gelmemek için başını yerden hiç kaldırmamıştı. Şayeste Hanım Fahriye’ye doğru bir adım atmış, gözyaşları ile sarılmıştı küçük kıza. Gözyaşları yanaklarından süzülürken, Hayrettin Amcasına doğru ürkek soran gözleriyle bakıyordu.
“Korkma kızım, Bak bu benim eşim Şayeste teyzen, bu da küçük Orhan. Artık burada bizimle birlikte yaşayacaksın.”
Hayrettin Bey, Karadeniz’in ücra bir kasabasından çıkmış, üniversite okumuş, doktor olmuştu. Henüz asistanlık zamanlarında mavi gözlü, beyaz tenli, uzun boylu hemşire Şayeste’ye gönlünü kaptırınca evlenivermişlerdi. Genç kadın, oğlu Orhan’ı kucağına aldığında mesleğini de ideallerini de çoktan geride bırakmıştı.
Bu kocaman şehirde okumak nasıl olur ki? Bu hayatta kimim kaldı? Bu kadın beni sever mi? Ama Orhan çok tatlı. Küçücük. Karnım da acıktı. Ben ne yapacağım burada, annem, babam yok, kimsem yok…
Göz pınarlarında biriken yaşlar tomurcuklar halinde aşağıya doğru süzülürken, Şayeste’nin sesiyle toparlandı.
“Artık evin burası Fahriye. Annen de baban da biziz. Gel sana odanı göstereyim.”
Şayeste elinden tuttuğu Fahriye’yi odasına götürürken Hayrettin Bey arkalarından minnetle bakıyordu. Uzaktan akrabası olan bu öksüz ve yetim kızı yanlarına alma fikrine eşinin nasıl tepki vereceği düşüncesi onu çok endişelendirmişti.
“Canım, bu kadar anlayışlı olmana çok minnettarım, Fahriye de nasıl mutlu oldu gördün mü? Yarın bir okul bakalım da daha geç olmadan ortaokula yazdırıverelim kızı.”
Şayeste kızardı, yutkundu kocasına biraz daha sokulurken fısıldayarak konuştu.
“Hayatım, ben diyorum ki, zaten yılın yarısı geçti. Biraz çevreye bize alışsın, hem daha anne babasını da yeni kaybetti. Önümüzdeki öğretim yılına iyi bir okul araştırır veririz. Orhan da çok küçük, ben Fahriye’ye yeterli zamanı ayıramazsam çok üzülürüm.”
Hayrettin kızı böyle çabuk kabullenmesine, bu kadar mütevazi olmasına minnet duymuş bir halde sımsıkı sarıldı eşine.
“Ah benim altın kalpli canım karım. Öyle mi diyorsun, belki de haklısın.”
O yeni öğretim yılı bir türlü gelmedi, o sene geçti, sonraki sene de geçti. Şayeste bir oğlan daha doğurdu. Fahriye büyüdü, genç kız oldu, ne okula gitti ne bir arkadaşı oldu ne de eline bir erkek eli değdi. Tüm yılları Şayeste’ye ve aileye hizmet etmek, çocuklara bakmakla geçti. Besleme olarak geldiği bu evde, bir adım bile ilerlemeden, ama çocukların Fahriye annesi olarak kırk yılını geçirdi. Onlar okurlarken, evlenirlerken hep yanı başlarında oldu. Hayrettin Bey hastane, muayenehane, ameliyatlar derken neredeyse evlerinde Fahriye diye bir çocuğun varlığını bile unuttu.
Şayeste’nin her türlü kaprisine, aşağılamalarına rağmen çocukların sevgisi, Hayrettin‘in iyi kalbi Fahriye’yi ayakta tuttu. Şayeste yetmiş yaşını çoktan geçtiği günlerden birinde memesinde hissettiği bir yumru ile maalesef kötü haberi almıştı. İnkâr, öfke, pazarlık ve depresyon kısmını atlattıktan sonra kabullenmiş, kalan vaktini çoluk çocuğu ile geçirmek istemişti.
Güneş kızıl ışıklarını kısmış, günü bitiriyordu. Yaşlı kadın, bundan kırk yıl önce kendisine emanet edilen o küçük kız çocuğunu çağırır gibi seslendi Fahriye’ye. Buz mavisi gözlerini, onun gözlerine değdirmeden kıpırtısız konuşmaya başladı.
“Benim çok az zamanım kaldı, farkındasın değil mi?”
“ Öyle deme teyze, Allah’tan ümit kesilmez.”
“Sus da beni dinle!”
Fahriye’nin gözleri doldu, çaresiz bir şekilde yatakta yatan yılların Şayeste teyzesinin yüzüne durgun baktı. Ona karşı ne öfke, ne acıma, ne sevgi hiçbir şey yoktu içinde.
Ölürken bile beni mi azarlıyor?
“Ben ölünce Hayrettin amcan sana emanet, sakın ola ki onu tek başına bırakmayasın. Bu saatten sonra evlenecek halin yok ya?”
Fahriye’nin ağzını bile açmasına fırsat vermeden, uyumak için arkasını döndü.
Kırk yıl, koca kırk yıl burnundan hiç kıl aldırmadan geçti, bak hâlâ kuyruğu nasıl dik tutuyor. Ne helalleşme ne teşekkür hiçbir şey yok.
Aradan bir hafta geçmeden Şayeste Köroğlu günahıyla, sevabıyla bu dünyadan göçüp gitti. Şayeste’nin boyunduruğundan kurtulduğuna hiç inanamayan Fahriye, rutin işlerini aksatmadan yapmaya devam ediyordu. Orhan’ın eşi Nazan o akşam geleceklerini muştulamış “seninle konuşacaklarım var Fahriye abla” diye de eklemişti.
Bu gelin, ah bu gelin yine kafasında ne tilkiler dolaşıyor acaba? Şayeste teyze de çok hazzetmemişti ama Orhan ‘seviyorum, istiyorum’ deyince ne yapsındı. Ben bu kızdan korkuyorum, benim Orhan’ım ah çocuğum ne saf ne iyidir o. Bu kadın bir de oğlan çocuğu doğurunca başı göğe erdi, iyice bir haller oldu hayırlısı artık, bakalım neler yumurtlayacak.
O akşam hep birlikte sofrada buluşuldu, Fahriye’nin hazırladığı yemekler iştahla yenilirken Nazan en şirin yüzünü takınarak Hayrettin Beye seslendi.
“Baba nasılsın iyi misin?”
Adam tabağından kafasını bile kaldırmamıştı, artık kulaklıkla bile güç bela duyabiliyordu. Orhan’a doğru eğilerek fısıldadı Nazan.
“Yok Orhan kulağı da gitti bunun valla, bak duymuyor bile ne yapsak? O konuyu bir an önce devreye sokmamız gerek, küt diye gider de dımdızlak kalırız ortalarda.”
“Tamam dedim ya Nazan. Ozan’la konuştum yarın haber edecek. Kardeşime sormadan ben tek başıma nasıl böyle bir karar alabilirim ki Allah aşkına, sanki babam ölüme yattı, sadece yaşlandı. Tövbe tövbe.”
“Ay tamam sana da bir şey söylenmiyor sanki ben öyle dedim. Neyse, Fahriye ablayla da konuşayım bakalım ne diyecek.”
“Evet daha onu konuşmadan ne bu acelen, zaten kabul etmezse…”
Nazan elindeki çatalı masaya koyarken hırsla tıslıyordu Orhan’a
“Kabul etmezse ne demek, etmezse kendi bilir!”
Nazan’ın yüzüne öfke ve hayretle bakıyordu Orhan.
“Pes valla Nazan, o bizim annemiz sayılır sokağı atacak halimiz yok ya, o kadar da uzun boylu değil yani.”
Nazan o şuh kahkahasını atarken kulakları duymayan Hayrettin bile kafasını kaldırıp kadının suratına bakmıştı. Sesinin tonunu iyice alçaltan Nazan fısıldayarak söylendi.
“Aaaa daha neler ayol, hah, Sanki ben sokağa mı atalım dedim.”
O ara kahveleri yapmak için mutfağa giden Fahriye salonu girince ikisi birden sustu, Nazan hemen atıldı.
“Ablacım gel seninle kahvelerimizi içerde içelim, biraz da sohbet ederiz.”
Fincanları elinde oturma odasının rahat koltuklarına yerleştiklerinde bacak bacak üstüne atan Nazan bir de sigara yaktı.
Bak sen şu Nazan geline, odada sigara içmek ha, Şayeste olsaydı o sigarayı sana yedirirdi.
Sigarasından derin bir nefes çeken Nazan acele konuya girdi.
“Fahriye ablacığım biliyorsun kayınvalidem rahmetli olduktan sonra kayınpederim de zor günler geçiriyor,”
“Evet amcam da iyice kötüledi. Güzel Allah’ım çok çektirmesin inşallah.”
“Hah işte bende onu diyorum. Amcan da ölürse senin durumun ne olacak? Okuman yazman dışında ne işin ne gücün ne paran, hiçbir şeyin yok. Öyle değil mi?”
Fahriye, Nazan’ın yüzüne anlamsız bakarken boğazına düğümlenen yumruyu yutmaya çalıştı, birkaç kez yutkunduktan sonra;
“Öyle, tabii de benim evim yurdum burası kızım. Sen yokken de ben buradaydım, kocanı da ben büyüttüm, ötekini de…”
Nazan, kadının daha fazla konuşmasına fırsat vermeden lafını ağzına tıkadı.
“Of tamam tamam oraları biliyoruz zaten. Ben ondan bahsetmiyorum.”
Fahriye şaşkın bir halde oturduğu koltuktan huzursuzca kımıldandı, ellerini dizlerinin üzerine koyarken, doğrulmak için hamle yaptı. Gözleri dolmuş, eli ayağı boşalmış, çenesi titremeye başlamıştı.
“Yani amcam ölünce beni bu evden atacak mısınız? Onu mu diyorsun gelin kızım? Rahat ol açık konuş”
Fahriye’nin gözleri oturma odasının kapısında Orhan’ı nafile aradı.
Bunları bana Orhan dese bu kadar ağrıma gitmezdi, sonuçta evlat o. Ya bu sonradan gelme, beni evimden yuvamdan mı kovacak?
“Saçmalama abla ne atması, Orhan sana öyle bir şey yapar mı hiç? Şimdi beni iyi dinle. Biliyorsun kayınpederim çok saygın bir hekim, emekli maaşı da hayli yüksek, şimdi o ölünce bu maaş ne olacak? Hiç olacak bitecek, ama onun bir eşi olsa, hem maaşından hem her türlü imkanlarından faydalansa, çok güzel olmaz mı?”
Gözlerini kocaman açmış öksüz ve yetim Fahriye, artık Nazan’ın yüzüne görmüyordu bile.
“Niye anlamıyorsun ablacım sana kayınpederimle nikah yapacağız. Bak bu karar hepimizin ortak kararı. Yani Orhan da, Ozan da bu işe he dediler sadece beni sanma.”
Fahriye oturduğu koltuktan ayağa fırladı, elleri gerçekten zangır zangır titremekteydi.
“Bunun senin fikrin olduğuna eminim kızım, ancak ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? Şayeste teyze mezarında ters döner vallahi. Bu kadar basit mi? Benim hiç gururum falan yok mu? Peki bu devleti de kandırmak değil mi? Köyde falan duyarlar ben kimsenin yüzüne bakamam ki.”
“Aman dönmez dönmez, zaten bu formalite bir nikah, kâğıt üzerinde yani, gerçek karı koca olacak haliniz yok ya.”
Fahriye o akşam tekrar salona dönmedi. Orhan da onu hiç sormadı. Bin yıl düşünse aklına bile gelemeyecek bu planla adete beyninden vurulmuştu. Ağlamaktan gözleri kızarmıştı. Bu eve ilk geldiği günü düşündü. Mutlu olmuş muydu? Mutluluğun ne demek olduğunu bile kavrayamamış, şimdi avuçlarından kayıp giden hayatının arkasından bakıyordu. Köyüne geri dönse zaten kimsesi yoktu ki. Dımdızlak tek başına çırılçıplaktı. Etrafındaki kalabalık çığlık çığlığa bağırırken o edep yerlerini elleriyle kapatmaya çalışıyordu, utanıyordu, çok utanıyordu.
Sıkıntıyla geçen birkaç gün sonrasında Nazan telefonla haber verdi akşam sekizde nikah memuru gelecek diye. Arkasından Fahriye’nin bir iki kelam laf etmesine fırsat bırakmazcasına soluksuz konuştu.
“Abla, bana kızıyorsun ama, sana istiyor musun falan diye soracak değilim kusura bakma. Ben çocuğumun rızkını sana veremem, başımızdan da atamayız, mecbur bunu uyacaksın. Devlet bizden daha zengin. Kaç yaşına geldin bak, hiçbir güvencen yok, yarın bir gün hastalansan, ameliyat olman gerekse hep evladımın kesesinden yiyeceksin. Sen de sesini çıkartma işte. Ne güzel bak profesör hanımı olacaksın daha ne!”
Telefonu Nazan’ın suratına kapatan Fahriye, ağlamaktan şişmiş gözleriyle odasına kapattı kendini. Hayrettin amcasının hiçbir şeyden haberi yoktu.
Yıllarımı geçirdiğim ailemde şimdi ben kaşık düşmanı oldum iyi mi. Tüm bunlar para için mi?
Akşam eve geldiklerinde Orhan kızarmış yüzüyle başını kaldırıp bir kez bile bakamadı Fahriye annesine. Oğuz üç tekerlekli bisikletiyle evin koridorlarında sevinçle oynarken arada da bağırıyordu. “Dedem sünnet oluyor, dedem sünnet oluyor…”
Nazan telaş içerisindeydi. Masanın üzerini sanki keyifli bir kutlama yapacaklarmış havasında düzenliyor, dantel örtüleri özenle seriyor, kristal kadehleri, mumları tek tek kontrol ediyordu.
“Oğlum sus bakim ne sünneti, deden uyuyor, gel biraz televizyonda çizgi film izle.”
Nihayet nikah memuru gelmiş, masanın başında oturmuş, ortalıkta dönenleri anlamaya çalışarak defterini açmış sessizce beklemekteydi. Nazan uyumakta olan kayınpederini uyandırdı. Yaşlı adam hiçbir şeyin farkında olmadan giydirilip tekerlekli sandalyeyle salona getirildiğinde uykusundan uyandırıldığı için biraz kızgın, biraz şaşkın etrafına bakıyordu.
Nikah memuru Hayrettin beyi görünce merak içinde sordu.
“Bey amca mı evleniyor? Gelin nerede?”
Fahriye utana sıkıla masadaki yerini aldı, yanında da Hayrettin Bey. Nikah memuru, formalite gereği söylemesi gerekenleri söylemeye başlayınca Nazan hemen atıldı, ‘Bunları geçsek önemli değil.’
Adam sözünün kesilmesine sinirlenmiş ters ters bakarak susturdu Nazan’ı. “Hanımefendi lütfen işime karışmayın, ben bunları söylemek zorundayım, isterseniz iptal edelim nikahı.” Tekrar Hayrettin Bey’e dönerek sordu. “Adınız?
Hayrettin anlamsız anlamsız bakıyordu nikah memuruna. “Duymuyorum, duymuyorum” diye bağırdı.
Memur kalemini hırsla masaya koyarken “Ben bu nikahı kıyamam amcanın aklı yerinde değil” dedi.
Nazan kızarmış suratıyla telaşla atıldı. “Aman memur bey, ne münasebet, olur mu hiç öyle şey, kulaklığı, kulaklığını unutmuşuz.”
Işık hızıyla içeriden kulaklığı getirdi, elleri titreyerek kayınpederinin kulaklarına taktı. İçerideki odadan televizyonun sesiyle birlikte küçük çocuğun çığlık sesleri de geliyordu. Orhan da, Nazan da ter içinde kalmışlardı.
Nikah memuru bu hengâme içerisinde la havle çekerek görevini tamamladı. Ayağa kalktı, Nazan’ın yılışık halde bir şeyler içme teklifini ağzını bile açmayarak en ezici bakışlarıyla reddetti. Nazan’ın teşekkür etmesine cevap bile vermeden hızlıca çıkıp gitti
Nazan, derin bir oh çekerek salona döndü. Şarabından ilk yudumu içtikten sonra yüreğinde o ferahlamayı nihayet hissedecekti ki bir anda Fahriye’nin yokluğunu fark etti. Koşar adımlarla kadının odasının kapısına tıklattı, ses yoktu, açmak istedi, açılmıyordu. Bu panikle yedek anahtarı bulmak için içeriye koştururken diğer yandan da çığlık çığlığa Orhan’a sesleniyordu. Heyecan içerisinde kapıyı açıp içeriye girdiklerinde Fahriye yere serdiği seccadenin önünde namazını kılıyordu. Sakin bir şekilde selamını verdi, yavaşça seccadeyi topladı, ayağa kalktı. Kapının dışında kaçamak bakışlarla kendisine bakan Orhan’a baktı. Orhan mahcup bir şekilde başını önünü eğdi. Fahriye suratına soran gözlerle bakan Nazan’a doğru bir adım attı. Kadının yanağına okkalı bir şamar indirdi. Nazan gözünde çakan şimşeklerle neye uğradığını şaşırmış, sendelemişti. Elleri yanan yanağının üzerinde hayretle bakıyordu Fahriye ablasına.
“Ben artık kimsesiz değilim. Fahriye Köroğlu oldum. Hayrettin Köroğlu ölene kadar da sizi bu evde görmek istemiyorum. Ölünce mirasından hakkınız olanı alırsınız. Artık bana karşı bir sorumluluğunuz da kalmadı, içiniz rahat etsin.”
Kendisini hızla dışarıya atan Orhan, ağlayarak bahçede koşarken tökezleyerek yere kapaklandı. Başını kaldırdığında gördü o mutlu çocuğu, Fahriye annesinin elinden sımsıkı tutmuş, hoplaya zıplaya evine gidiyordu.

Mahinur Çenetoğlu, Ankara’da dünyaya geldi. Otuz beş yıl beyaz yakalı olarak Milletlerarası Ticaret Odası’nda çalıştı. Profesyonel yazım hayatına 2020 yılında başladı. 2021 yılında Yaşar Kemal Anısına Öykü Halk Bilim Araştırması ve Şiir Yarışması’nda Öykü dalında “Bezgin Demokrat” isimli öyküsüyle finalist oldu. Beş kollektif kitapta öyküleri yayımlandı. 2023 yılında Banliyö Kitap tarafından basılan ilk novellası “Aşkın Istırabı”, Ekim 2004’te Mahal Edebiyat tarafından basılan ilk öykü kitabı “Evlilik Fotoğrafını Kim Aldı” okurla buluştu. Distopya Dergi’de yazıları yayımlanıyor. Otuzdan fazla öyküsü çeşitli internet dergilerinde yer aldı.


