Gönül Yasemin Ölmez
Kimi tutkular rehberimiz olur yaşam boyunca. Kollarıyla bizi sarar.
Sorgulamadan peşlerinden gideriz ve hiç pişman olmayacağımızı biliriz.
Sabahattin Ali – Kürk Mantolu Madonna
Yatak odasının kapısını kapattı usulca, alt kata ineceği merdivenin başında durdu. Ayağındaki terlikleri çıkarıp eline aldı. Taşın soğukluğunu hissetti. Merdivene baktı. “Kaç basamak acaba burası? Yirmi yıldır kaç kez inip çıkmışımdır oysa. Düşünülmekte gecikilmiş onca şeyin arasında, neyin peşindeyim ki şimdi ben.”
Karşı duvarda, ara boşluğu aydınlatma düşüncesiyle yapılmış pencerenin aralık kalmış perdesinden, henüz sönmemiş sokak lambasının ışığı vurdu gözlerine. Boşluğa baktı. Bir fotoğrafa uzun uzun bakar gibi.
Ne kadar inebileceğini bilemediği bu basamaklı yolda, sıfıra düşebilmek için tuttuğu bir sayıdan başlamaktan başka seçenek sunmuyordu matematik kuralları. Ya da sıfırdan başlamak. “Her şeyi silmek miydi sıfırdan başlamak?”
Boşluğa baktı.
“Sadece nokta koysam!”
“Böyle başlayamazsın,” dedi nokta. Yazılmamış bir cümlenin noktası olamazmış yazım kuralları gereği.
“Anlam yüklemem gerek şimdi ona.”
Merdivenle noktanın birleşmesi düşüncesi arasında gitti geldi. Sürüklercesine bastı, eski hırkadan bozma yün yumağına dönüşmüş zihninin içindeki harflere. Öncesi için tek bir kelime, nokta koyabilmek için. Çarpı koysam!
“Yok saydın, olmaz,” diyor bu defa da. Nokta, yine yalnız kalıyor boşlukta.
Susuyorum. Ben susunca o da susuyor. Çıt yok. Dudaklar hareketsiz, gözler sabit, baktıkça büyüyor önümdeki gölge. Öne doğru eğiliyorum belki küçülür diye. Eğildikçe kamburum çıkıyor, yuvarlanamaz bir kaya gibi önümde. Elinde tuttuğu kitabın kapağı, “Var mısın?” diyor. Merdivenle nokta arasında gidip geliyor yine.
Geçmiş; unutulan şarkıyı hatırlamak isterken, döndürüp döndürüp yeniden dinlemek gibi. Pek çok şeye inandım ben ama en çok kelimelerin gücüne inandım. Eksilen çok şey gibi, zamanla onlar da azaldılar sanki. Şimdi yeniden getirmek isterken onları bir araya, biri gelip bozarsa, yine yarım kalırsa diye korkuyorum. Kimseler uyanmasın diye terliğim elimde iniyorum sayısını bilmediğim merdivenlerden. Gün ağarmasın istiyorum. Hatice ninemin beyaz örtüsü içinde tek gecelik bir uyku istiyorum. Nokta fokurdamaya başlıyor yerinde, Hatice ninenin beyaz örtüsü deyince… “Bu mu yani? Bu mu!” diyor noktanın öncesi, merdivenin sayısı.
Fizik kuralları gereği var olmak yaşamak sanki, ruh denen gerçekliği bedeninde hissetmeden. Birden çözülüveriyor yün yumağının içinden bir kelime. Merdiven yine sayısız, nokta tereddüt içinde. “Kaçıncı basamaktayım acaba, ezberlemem kaç günümü almıştı? Hatırlayamıyorum.”
Görüntüler oluşmaya başlıyor boşlukta.
Tek odalı, kiremit çatılı evin kilerine bakan sundurma penceresi önünde, öğrenme hevesinde cıvıl cıvıl bir çocuk sesi geliyor kulağıma. Yosun tutmuş kayalığın üzerinde, ayakta durabilme gayreti içinde. İfade ettiği duruş, sanki şimdiki hali. Pamuk şekere iki parmak sokulmuş gibi içine kaçık Hatice ninenin gözleri. Bakıyor onun gözlerinin içine: “Söyle bakalım.” “Dıra.” “Bir daha söyle.” “Dura.” “Bir daha söyle bakalım.” “Dara Hatice nine, dara.”
Ağır bakır kap, ince cılız parmaklarının arasından düştü düşecek. “Önce darasını ölçtüreceksin kızım, tamam mı? Sonra ne kadar alıyorsa onun bedelini ödeyeceksin, sakın ha taşırtma! Aldığı kadar, tamam mı güzel kızım?” Daha içi dolmadan, zar zor tuttuğu kabın içine düşüveriyor gözleri. Arkasını dönüp, kaymadan iniyor yosunlu kayanın üzerinden yere. Yürümeye başlıyor rampa aşağı. Bir evin odaları gibi sağlı sollu dizili evlerin, yasemin kokulu dar sokağından geçiyor. Zihninde binbir olasılık, tekerlemeye dönüşmüş kelimelerle: “Aldığı kadar, taşırtma, bedeli…”
Sokağın köşesinden bir çift göz düşüveriyor önüne. “Kendi kendine konuşana deli derler kızım.” Ağzının bir tarafında sakız, diğer tarafında leblebi, merkez camii imamının kızı Şadiye. Onun gözleri kabın içinde, kabın içinde kelimeler: “Aldığı kadar, taşırtma, bedeli.”
“Hadi gel evcilik oynayalım.”
“Olmaz.”
“Saklambaç oynayalım.”
“Olmaz.”
“Zambak zumbak.”
“Olmaz dedim, olmaz.”
“Ne o elindeki?”
Ağzındaki sakızı balon yapmış patlatıveriyor, eğilip yüzüne. Diliyle, olmadı dişiyle toparlamaya çalışıyor dudaklarına yapışan sakız artıklarını. Bir leblebi daha atıyor ağzına. “Biz babamla gezmeye gideceğiz.”
Daracık sokağın sonunda dereye karşı duran dükkânın kapısına bakıyor. Kapalı oluşundan anlardı onun dinlenme zamanını. Dönüp bir daha bakıyor, ayakları ilerleyemiyor bir türlü, sabit yerinde. Kabın içine düşüyor yine gözleri.
“Ona babasını soran olmuştu sanki. Ne yapacaktı? Babaları mı yarıştıracaklardı şimdi?” Çaresizlik içindeyken kelimelerin gücü giriyor devreye. “Senin baban keman çalar mı, tuzda balık basar mı, müren balığı yakalar mı, motoru var mı?”
Bitiş çizgisine ulaşmış atletin gururlu hali üzerinde, önünde akan dereye yürüyor, başı dik, kabı elinde.
“Sayamadın yine.”
Tebessüm etti önce kendine, sonra merdivene. Salona doğru yürüdü, gün perdelerinin zincirlerini çekip bir bir açtı. Büyük sürgülü camın önünde durdu. Masanın üzerinde duran bilgisayarın kapağını kaldırdı. Bir gün önceki yarım kalmış sayfayı ekranın masaüstünde aşağıya aldı. Yeni bir sayfa açtı.
“Kızım söyledi, yarım bırakılanlar da dönüp tamamlanabilirmiş.”
Pileli, kırmızı kumaş giydirmeli sandalyesini çekip oturdu. Yazmaya başladı.
Darasını ölçmeden, içime dolduruluverip taşırılmış hayatımın bedelini ödediğim geçmişime çarpı koymadan, kıymetlilerimi düşürmeden, sadece kendime bir yaşam alanı açmak ve çoğu kimse için belki sıradan ama kendim için özel, küçük bir hikâye yazmak.
Nokta gülümsüyor. “En sevdiğim halin bu.”

Gönül Yasemin Ölmez, Bodrum’da doğdu. Lise mezunu. Yirmi üç yıllık çalışma hayatında özel sektörde satış danışmanlığı ve mağaza müdürlüğü yaptı. Derin okuma ile başlayan kendini geliştirme eğitim yolculuğunu, mitoloji ve yaratıcı yazarlıkla halen devam ettiriyor. Bu süreçte iki kollektif kitapta öyküleri de yer alan Gönül Yasemin Ölmez, yazı yolculuğunu sürdüyor.

