Sinan Cem Çamözü
Neill Blomkamp’ın District 9’un ardından çektiği Elysium, 22. yüzyıl ortalarında dünyanın nasıl çöplüğe dönüşeceğini gözümüze sokuyor. Bunu distopik bir dünya üzerinden yapıyor ancak mevcut adaletsizlikleri de düşündürtüyor.
Önce izleyicisine yüksek bir seyir keyfi veren filmin konusundan söz edelim: 22. yüzyılın ortasında dünya artık yaşanmaz hale gelmiş. Aşırı nüfus, çevre felaketleri, salgın hastalıklar ve yoksulluk yüzünden yeryüzü bir enkaza dönüşmüş. İnsanlığın büyük çoğunluğu, Los Angeles’ın geniş gecekondu bölgelerinde gördüğümüz gibi, sefalet ve umutsuzluk içinde yaşıyor. Buna karşın nüfusun küçük bir kısmı -yani zengin ve ayrıcalıklı kesim- bu çürümeden kurtulmayı başarmış!
Nasıl mı? Şöyle: Zenginler dünyayı terk edip “Elysium” adı verilen, yörüngedeki devasa bir uzay istasyonuna yerleşmiş. Elysium, steril bahçeleri, havuzlu villaları ve gelişmiş teknolojisiyle gerçek bir ütopya gibi görünüyor.
Eminim Elysium’u görünce sizin de aklınıza Elon Musk gelecek. Musk’ın “Dünya bir gün yaşanmaz hale gelecek, insanlık Mars’a göç etmeli” söylemi aslında Elysium’daki düşüncenin neredeyse aynısı. Filmde elitler göğe çıkıp Elysium’a yerleşiyor, geride kalan milyarlar çürüyen dünyada kalıyor ve zenginlere hizmet etmeye devam ediyor. Musk’ın vizyonu şimdilik “insanlığın kurtuluşu” gibi pazarlansa da, pratikte kimlerin Mars’a gidebileceği ortada: Çok pahalı, çok riskli ve muhtemelen yine yalnızca ayrıcalıklı bir azınlığa açık. Yani bugünün Mars hayali, yarının Elysium’u olabilir.
Elysium’un en çarpıcı yönlerinden biri de tıbbi cihazlar; “med-bay” denilen makineler. Bu makineler kansere yakalanmış birini saniyeler içinde iyileştirebiliyor, ölümcül yaraları anında kapatabiliyor. Dünyadaki milyarlarca insan için bu teknoloji sadece bir hayal. Onların, göğe kurulmuş bu yapay cennetin kıyısına bile yaklaşması mümkün değil.
Film, Los Angeles’ın tozlu sokaklarında yaşayan eski bir mahkûm, şimdilerde ise fabrikada çalışan sıradan bir işçi olan Max (Matt Damon) üzerinden ilerliyor. Çocukken arkadaşı Frey (Alice Braga) ile birlikte bir gün Elysium’a gitmenin hayalini kurmuşlar ama hayat bambaşka bir yön çizmiş. Hemşire olan Frey, hasta kızıyla birlikte hikâyeye insani bir boyut katıyor ve Max’in kişisel yolculuğunu evrensel bir umut mücadelesine dönüştürüyor.
Bu arada dünyadaki çalışma koşulları kölelikten farksız. Zaten bir gün fabrikada yaşanan bir kaza Max’in hayatını altüst ediyor. Yüksek dozda radyasyona maruz kalan Max’e sadece beş gün ömrü kaldığı söyleniyor. Onu kurtarabilecek tek şey, Elysium’daki teknoloji!
Max’in tek kurtuluş yolu, yasaklı cennete ulaşmak. Bu noktadan sonra Max’in kişisel hayatta kalma mücadelesi başlıyor. Frey’in hasta kızı da işin içine dahil oluyor. Küçük kızın da Elysium’un med-bay cihazı olmadan yaşama şansı yok.
Mücadele böylece kişisel olmaktan çıkıp kolektif bir hâl alıyor. Kendi sonunun yaklaştığını bilen Max, yasa dışı bir direniş grubuyla anlaşıyor. Görevi şu: Elysium’un güçlü savunma sistemlerine sızmak ve yönetim kodlarını çalmak. Karşılığında Elysium’a gidebilecek. Artık mesele sadece kendi yaşamını kurtarmak değil, dünyadaki herkesin Elysium’un nimetlerinden yararlanabilmesini sağlamak.
Bu arada film boyunca dünyadaki insanların, kaçak gemilerle Elysium’a ulaşma çabalarını da görüyoruz. Çoğu yolculuk, Elysium’un güvenlik güçleri tarafından acımasızca engelleniyor. Bir sahnede göçmen gemilerinin havada vurulması, günümüzün sınır politikalarının gelecekteki yansıması gibi. Sağ kalanlar dünyaya geri gönderiliyor ya da yaşamlarını yitiriyor. Bu sahneler bir bilimkurgu filme ait ama günümüzde de benzer durumlar yaşanmıyor mu?
Tarih boyunca insanlar hep göçmüş; kimi zaman felaketten kaçmış, kimi zaman daha iyi bir hayat için yola çıkmış. Elysium bunu 22. yüzyılın göğüne taşımış. Akdeniz’deki tekneler ile Elysium’un kapılarında vurulan gemiler, birbirinden çok da farklı değil. Bugün haberlerde gördüğümüz tekneler, yarın belki yörüngede göreceğimiz gemilere dönüşecek, kim buna hayır diyebilir?
Bu noktada bir karaktere de değinmek lazım. Elysium’un en çarpıcı yüzlerinden biri de Savunma Bakanı Delacourt (Jodie Foster). Onu izlerken neredeyse soğuk bir makineyle karşı karşıya olduğumuzu hissediyoruz. Göçmen gemileri daha dünya atmosferinden çıkmadan vurma emri verebilecek, elitlerin “cenneti”ni korumak için insan hayatını hiçe sayabilecek biri. Delacourt’un tavrı sadece bir karakterin acımasızlığı değil; sistemin mantığının ta kendisi. O, Elysium’un steril bahçelerinin ancak dünyadaki milyonların sefaletine gözlerini kapatarak var olabileceğini hatırlatıyor. Max’in hikâyesi umut ve fedakârlık üzerine kuruluyken, Delacourt bize göçmenlik meselesine sadece kendi çıkarları açısından bakanları sorgulatıyor.
Aslında film tarih boyunca göçün hiç değişmeyen yüzünü de hatırlatıyor. İnsanlık binlerce yıldır göç ediyor: Avcı-toplayıcılar iklim yüzünden yer değiştirdi, antik çağda kavimler yeni topraklar için yola çıktı, Orta Çağ’da sürgünler yaşandı, köle ticaretiyle milyonlarca insan zorla taşındı. 19. yüzyılda milyonlar daha iyi bir hayat umuduyla Amerika’ya göç etti. Bugün Suriye’den, Afrika’dan, Latin Amerika’dan göç edenlerin dramını görüyoruz. Göç insanlığın yazgılarından biri…
Dün Roma kapılarında, bugün Akdeniz’de… Yarın belki de yörüngede. Göç hep var; sadece rotası değişiyor. Soru ise aynı kalıyor: Nereye gidersen git, köklerinden kopabilir misin?


